Komşu Kızı Selma ve Dil Eğitimi

Komşu Kızı Selma ve Dil Eğitimi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Sevgili arkadaşlar,


Uzun bir aradan sonra tekrar sizinle beraberiz. Biliyorum, hepiniz iki-üç aydır neden yazmadığımı merak ediyorsunuz. Ah bir bilseniz içimdeki duyguları, aklımı istila eden düşünceleri.. şu anda yine eski günlerde olduğu gibi, o duygu ve düşüncelerimin bazılarını sizinle paylaşmaya çalışıyorum ama bunu biraz da annemin ısrarından ve teşviklerinden dolayı yapıyorum. Bundan sonra da devam eder miyim etmez miyim henüz karar vermiş değilim.


“İyi de, derdin ne?” dediğinizi duyar gibiyim. Bakın anlatayım:


Zerreyim, fakat…


Üç ay kadar önce, bir ikindi sonrasıydı. Ayyüzlü, o her zamanki tatlı üslubu ve güzel sesiyle sohbet ediyordu. Sevgiden ve aşktan söz açtığı bir anda, (Bediüzzaman Hazretleri’ne ait olduğunu öğrendiğim) şu sözleri söyledi:



“Fânîyim, fânî olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umumen isterim.”


Ayyüzlü daha ikinci mısrayı okumadan çok duygulanmış ve ağlamaya başlamıştı; onun iç çekişleriyle seslendirdiği ve yanaklarından süzülen yaşlarla daha bir süslediği bu sözler salondakileri de hüzünlendirmişti. Bir aralık babama baktım, o da ağlıyordu. Peki ya ben?.. Ben, hiçbir şey anlamamıştım o ifadelerden. Allah sevgisiyle alakalı olduğunu tahmin etmiştim; çünkü, Ayyüzlü, sadece Allah’ı ve Peygamber Efendimiz’i hakiki sevgili olarak kabul eder; ne zaman onlardan bahsetse heyecanlanır ve bazen de gözyaşı dökerdi. İşte, o kadarını tahmin etsem bile, ben o sözlerdeki derin manaları anlayamamış, gönlümde duyamamış ve o güzel insanlar gibi ağlayamamıştım.


İşittiğim o kelimeler bana ilk anda yabancı gibi gelmişti, onları zor anlaşılır ifadeler zannetmiştim. Sohbetin akabinde Kur’an öğretmenim olan ağabeye sordum; o da beni odasına götürüp, o sözleri tekrar okudu, defterime yazdırdı, manalarını tam bilemediğim kelimelerin anlamlarını da not ettirdi. İşte o an gördüm ki, büyüklerim kadar duyamasam da o derin manaları, aslında biraz düşününce ben de anlayabilirmişim sözlerin genel anlamını. “Şems-i Sermed” ve “hiç ender hiç” terkipleriyle sadece birkaç kere karşılaşmış olsam da, “fânî”, “âciz” “mevcudât” ve “Yâr-ı Bâki” ifadelerini defalarca işitmiştim.


Eve geldiğimde hem o sözleri hem de kendi durumumu bir kere daha düşündüm. Üç-beş söz öğrenir öğrenmez yazarlığa soyunduğum için kendimden utandım; oysa bilmediğim ne kadar da çok şey vardı. Bilgiçlik taslarcasına yazı yazmaya çalışacağıma oturup kitap okumalı ve kendimi yetiştirmeliydim. O gün bu hissimi kimseye açmadım ama bir kere kararımı vermiştim; artık bol bol okuyacak ve özellikle anlamakta zorlandığım ya da ilk kez duyduğum sözcükleri iyice öğrenerek kelime dağarcığımı zenginleştirecektim.


Komşu Kızı Selmâ’nın Hoş Nağmeleri


Ertesi gün planımı uygulamaya başladım ve hemen “Rüya ile Gelen” adlı harika kitaba sarıldım. Çölde susuz kalmış insanın ne zaman sonra bulduğu bir kırba suyu bir nefeste içmesi gibi ben de onu birkaç oturuşta bitirdim. “Marallar İnince Suya” isimli romanı okurken kendimi doğunun bağrından çıkıp muhacirler arasına adını yazdıran ve öğrencisi için kendini feda eden Ahmet öğretmenin yerine koydum; onun ardından fatihalar yolladım. “Kar Çiçekleri” başlıklı kitap tam bir gül demetiydi; bu kitabı okurken zaman zaman ağladım, eğitim gönüllülerinin fedakarlıklarını hayranlıkla yâd ettim. “Gül Devrine Seyahat” yaptıran kitabın atmosferine kendimi kaptırıp ben de Peygamber Efendimiz’in dönemine gittim; yol boyunca Yunus Emre, Sultan Ahmet, Kanuni S. Süleyman, Yavuz S. Selim, Mevlânâ, Hacı Bayram Veli ve Gazneli Mahmud gibi herbiri bir Peygamber aşığı olan büyüklere de uğradım. “Ağlayan Çınarlar Parkı”nda birbirinden güzel hikayeler okudum ve hayata dair dersler çıkardım.


Bir gün “Küçük Sözler”den daha önce kafama takılan bazı bölümlerin kelimelerini çıkarıp anlamaya çalışırken çok şirin bir ses duydum:



“Bir gül aldım elime, görmem için göz verdin.
Koklamaya burnumu, tutmam için el verdin.
Teşekkür ederim Allah’ım, Seni çok seviyorum Allah’ım”


Bu güzel sözler daha üç yaşındaki Selma’nın zar zor dönen dilinden dökülüyordu. Çok heyecanlandım, hemen yerimden kalkıp sesin geldiği yöne gittim. Komşumuzun kızı Selma, merdiven boşluğuna oturmuş ve o incecik sesiyle kendi kendine bir nağme tutturmuş bağırıyordu:



“Anneciğimin sesini duymaya kulak verdin,
Ondan dua öğrendim, söylemeye dil verdin.
Teşekkür ederim Allah’ım, Seni çok seviyorum Allah’ım.”


Varlığımı hissettirmemeye çalışarak onu uzun süre dinledim. Beni fark edince utangaçlığını belli ettirmek istemezcesine, hemen “Bizim evde CD var, ondan öğrendim. Sen ‘yaramaz kardeş’i biliyor musun?” dedi. “Hayır” işareti yapınca, “Bir de onu dinledim ama daha azıcık öğrendim” deyip devam etti:



“Benim bir kardeşim var çok yaramaz,
Terli iken soğuk su içer hasta olur.
Dertliye deva, hastaya şifa Sen verirsin Allahım,
Sen görürsün Allahım, Sen şifasın Allahım”


Evet, Selma’nın “gül, koklamak, teşekkür, dertli, deva ve şifa” gibi kelimeri telaffuz ettiğini duymak ve hele “Allahım” deyişini dinlemek bana o kadar zevk verdi ki tariften âcizim. Onu bir çikolatayla ödüllendirip tekrar kitabımın başına döndüm ama nafile; ne kadar uğraşsam da bir daha zihnimi toparlayamadım.


Bu Nasıl Konuşma?


Hatırladığım kadarıyla, bir gün Ayyüzlü, “Her şey zıddıyla bilinir.” sözünü açıklamış ve karanlık olmazsa ışık bilinmez; soğuk olmazsa sıcak anlaşılmaz; açlık olmazsa yemek lezzet vermez… diyerek ard arda örnekler vermişti. İşte, Selma’nın şirin sesi ve güzel kelimeleri bana yeni tanıştığım üç arkadaşımın aralarında geçen konuşmaları ve kullandıkları sözcükleri hatırlatmıştı. Hoşuma giden ses ve sözler zıddını çağrıştırmış ve onlardan duyduğum kaba lafları aklıma getirmişti.


Ahmet, Burak ve Emir adındaki o üç arkadaşı ilk gördüğümde elimde “Başkasının Günahına Ağlayan Adam” adlı kitap vardı; onu okuyor, orada anlatılan kahramanın büyüklüğü karşısında hayretten hayrete giriyor ve bir sayfayı okurken diğerine geçmek için sabırsızlanıyordum. O esnada daha sonra adının Burak olduğunu öğrendiğim arkadaş koşarak geldi, benim yaslandığım ağacın arkasına saklanarak “Sakın burada olduğumu çaktırma!” dedi. Ben de kimseyi görmemişçesine okumaya devam ettim. Aradan epey zaman geçti, fakat gelen giden olmadı. Ağacın arkasında beklemekten sıkılan Burak, “Ben çocukların yanına akayım” diyerek gitti ve birkaç dakika sonra yanıma tekrar geldi.


“Boşu boşuna madara olduk, onlar çoktan gitmiş.” diyerek yanıma oturdu. Kendimi tanıtma ihtiyacı hissettim;


“Merhaba, ben Talip. Sizi daha önce hiç buralarda görmemiştim. İlk kez mi geliyorsunuz?” dedim. O da ismini söyleyip,


“İlk kez geliyoruz buraya. Ahmet’le Emir de okulun dümencileri. Ailelerimiz de tanışıyorlar. Biz iyi arkadaşızdır ama bana madik attılar. Söbelemeye giderken hayret falan oldum.”


“Ne oldun?..” dememle Burak’ın kahkaha atması bir oldu, benimle alay eder bir tarzda;


“Çakmadın mı yahu? En kibarını söyledim, daha argoları da var. Çok şaşırdım, afalladım demek istedim.”


Bu konuşmamızın devamında ve daha sonraki beraberliklerimizde ilk kez duyduğum ve kulağımı tırmalayan bir sürü garip ifadeyle tanıştım. Meğer, buraya geldiğimizden beri güzelim dilimiz ne kadar da değişmiş. Türkiye’deki diziler, yarışmalar ve şarkılar hep argo kelimelerle dolmuş. Okullarda, evlerde ve iş yerlerinde de yaygınlaşmış bu tuhaf laflar.


İşte bir taraftan Selma gibi küçücük bir kızın dilinden dökülen şirin mi şirin sözler, diğer yandan da o arkadaşlarımdan duyduğum sevimsiz laflar hücum etmişti zihnime. Babamın not defterinde, Ayyüzlü’nün Türkçe’yle alakalı şu sözünü görmüştüm: “Dili bir namus gibi bilerek iffetimizi koruma hassasiyeti içinde onu korumaya gayret etmeliyiz.” Bu sözü de hatırlayınca arkadaşlarımın o yakışıksız konuşma tarzı beni ziyadesiyle üzmüştü ki onlar, bu kelimeleri kullanmanın doğru olmadığının farkında bile değillerdi. Onlara nasıl faydalı olabilirim diye düşünürken anneciğim giriverdi kapıdan içeriye.


“Nasılsın oğlum? Yemekten sonra yanımızda fazla oturmadın da merak ettim, canını sıkan bir şey mi oldu?”


“Birkaç gündür duyduğum bazı sözleri düşünüyorum. Anneciğim, argo nedir? İnsanlar niye argo kelimeler kullanırlar?”


“Oğlum, argo aslında, eski zamanlarda dilenci, serseri ve hırsız grupların kendi aralarında konuştuğu gizli bir dilmiş. Günümüzde ise, cahilliklerini ve kitap okumamışlıklarını gizlemeye çalışan kimselerin, farklı olmak ve dikkat çekmek düşüncesiyle, ciddiyeti azaltmak ve samimiyeti artırmak gibi bahanelerle kullandığı kaba bir dil oluvermiş.”


“İnsanların cahillikleri nasıl gizlenir ki bu kelimelerle?”


“Bir haberde, Türkçe’de 70.000’den fazla kelime olduğunu, fakat şimdiki gençliğin bunlardan sadece 300-400’üyle kendilerini ifade ettiklerini okumuştum. Bazılarına göre bu sayı 40.000’e kadar düşüyor ama aslında dilimizde çok daha fazla kelime var. Maalesef, bugün biraz kitap okumuşlar bile ancak 800-900 kelimeyle duygularını ifade ediyorlar. Kitap okumayan, okumayı sevmeyen, zamanının çoğunu ya televizyon karşısında oturarak, ya müzik dinleyerek, ya internette “chat” yaparak ya da iyimser bir tahminle test çözerek geçiren gençler kelime hazneleri çok dar olduğu için, belli bir konuda konuşmaları gerektiğinde bildikleri kelimeleri farklı şekillerde dizip değişik manalar yükleyerek, “İşte, şey, falan..” türünden dolgu malzemeleriyle ve el-kol hareketleriyle işlerini görüyorlar.”


Annem bu bilgiyi verdikten sonra –not defterinden de faydalanarak– daha pek çok hususa değindi. Dilerseniz ondan dinlediklerimin bir kısmını size de aktarayım:


Dil Eğitimi Üzerine


Çocuğa anadilini güzelce öğretmek ve ona okumayı sevdirmek herkesten önce anne-babanın vazifesidir. Çünkü, bu süreç daha çocuk dünyaya gözlerini açmaya hazırlanırken başlar. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) çocuk doğar doğmaz kulağına ezan ve kamet okumayı tavsiye etmesi ve Kendisinin de bunu uygulaması çok manidardır. Demek ki çocuğun ruhunu beslemek için daha ilk günden başlayarak onun kulağına bazı şeylerin söylenmesi ve onunla konuşulması gerekmektedir. Dahası, bebeğin kelime dağarcığı ilk sözcükleri duyduğu anda oluşmaya başlar.


Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, hadis-i şerifte, “Çocuğun ilk söyleyeceği söz ‘Lâ ilâhe illallah’ olmalı” buyurmaktadır. İslam büyüklerine göre, şayet bir çocuk kendi başına bırakılır ve dil konusunda onun üzerine düşülmezse, ağzından çıkan ilk söz “anne-baba” kelimeleri olacaktır ki, işin tabiîsi budur; fakat, anne-baba çocuklarının dil bakımından gelişimini daha en baştan ciddiye alırlarsa, o çocuk her şeyden önce “Allah” diyecektir ki, bu da meselenin irâdîsidir. Evet, çocuğun dil bilgisinin temeli “Allah” ismi şerifiyle atılmalıdır; sonra bu esaslı atkı üzerine çocuğun yaşına ve idrak ufkuna göre vatan, toprak, bayrak, hürriyet, istiklâl gibi diğer önemli kavramlar bina edilmelidir. Zaten, şayet bir evde, Allah Teâlâ’ya karşı saygı var ise ve orada sıkça Allah’tan bahsediliyorsa, çocuğa ilk diyeceği şeyi öğretme konusunda hedefe kilitlenilmiş demektir. Evet bir evde, “Allah” denilip rükua ve secdeye gidiliyor, “Allah” denildiğinde ayakların bağı çözülüyorsa çocuğun ilk kelimesinin “Allah” olması da kolaylaşacaktır.


Anne-babalar çocuk daha konuşmaya başlamadan onun belleğini güzel kelimelerle doldurmalı ve ona hep hoş sözler duyurmalıdırlar. Hatta, çocuğa söyleyecekleri ninnilerin sözlerine ve toplu mekanlarda onların işitmesi muhtemel konuşmaların muhtevasına bile dikkat etmelidirler. Mesaj vermeyen ninnilerle yavrularını uyutan, çok yoğun olduğunu söyleyip çocuğunu televizyonun tehlikeli kollarına atan ya da onları yuvaya emanet eden anne-babalar bunun vebalini ödeyemezler. Özellikle yedi yaşına kadar çocuk her an anne-babasının gözetiminde olmalıdır ve eğer gerçekten zaruri değilse çocuk kat’iyen başka ellere teslim edilmemelidir. Zarurete binaen bile olsa oğlunu ya da kızını gözü gibi koruyacağından emin olmadıkları insanlara teslim eden çiftler büyük bir cinayete sebebiyet vermektedirler.


Bebek önce anne-babasının sesinden güzel sözleri dinlemeyi sevmeli, sonra kitapları görmeli, daha sonra onlara dokunmayı ve onlarla oynamayı istemeli ve en nihayetinde de okumaya alışmalıdır.


Hazreti Ömer efendimiz, şiirin faziletli kalbi şefkatle doldurup duygulandırdığını söyleyerek, kendi dillerini sağlam öğrenmeleri ve düşüncelerini rahat ifade edebilmeleri için çocuklara şiir öğretmek gerektiğini belirtmiştir. Hafızasında binlerce beyit bulunduğu ve çok güzel konuştuğu nakledilen Hazreti Aişe validemiz de, “Çocuklarınıza şiir öğretiniz; dilleri tatlılaşır” tavsiyesinde bulunmuştur. Şu kadar var ki, onlara şiir ezberletirken o işi severek yapmalarına ve “ezberleyebiliyorum” duygusuna kavuşmalarına özen gösterilmelidir. Yani, birden bire on kıtalık bir şiiri ezberletme yerine ilk önce bir-iki mısralık bölümleri ezberletmeli; onlara bu işi yapabiliyor oldukları hissi verilmelidir. Hatta, gerekirse, ezberleme işine ezgi ve ilahilerle başlanmalı, böylece onlarda yavaş yavaş dil zevkinin oluşması sağlanmalıdır.


Bu itibarla, anne-babalar hem kendileri dili güzel kullanmalı hem de çocuklarına dinlerinin yanında dillerini de çok iyi öğretmelidirler. Hem bilgi bakımından muhtevalı hem de dil açısından düzgün kitaplar okutmanın yanı sıra, onların Türkçe’yi sevmeleri için kulağa hoş gelen atasözlerini ve şiirleri de zaman zaman tekrar etmelidirler. Onların nezih bir çevrede ve temiz konuşan insanlar arasında bulunup hiç olmazsa dinleye dinleye kulak aşinalığı kazanmaları için imkanlar hazırlamalıdırlar.


İç Lûgatçe


Ayrıca, anne-babalar, çocuklarına anlayacakları dilden konuşmalıdırlar ama anlamakta zorlanacaklarını bile bile, onlara öğretmek için -kasdî olarak- bazı kelimeleri, terkipleri ve deyimleri de sık sık kullanmalıdırlar. Bu konuda, Bediüzzaman’ın üslubunu taklit etmek çok faydalı olsa gerektir. Bazıları, Risale-i Nurların diline “ağır” derler. Oysa, Risale-i Nur’daki bazı kelime ve terkiplere zihnimizi ve dilimizi, Kur’ân kelimelerine aşina kılmak için yer verilmiştir ve onlar özellikle tercih edilmiştir. Bu tercihin tek sebebi, Üstad hazretlerinin yaşadığı zaman değildir. İnsan zihninin bütün zamanlarda aşina olması ve bilmesi gereken Kur’an tabirleri vardır; Risalelerin (ve dahi Pırlantalar’ın) üslubu da bu maksadı gerçekleştirmek için kasdî seçilmiştir. Anne-babalar ve eğitimciler bu hususu mutlaka göz önünde bulundurmalı ve -Risale-i Nur’da metnin akışı içinde gizli bir lûgatçe ile Kur’an kelimelerinin sade karşılıklarının verilmesi gibi- bir “iç lûgatçe” kullanmalıdırlar. Evet, Risalelerde, “…o Sultana muhâtab ve halîl ve dost ol!” cümlesindeki “halîl = dost”; “O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker.” sözündeki “celbetmek = kendine çekmek”; “…levh-i mahv ve isbat namında yazar-bozar tahtası hükmündedir” ifadesindeki “levh-i mahv ve isbat = yazar-bozar tahta” misallerine benzer daha pek çok örnek göstermek mümkündür.


İnsan okuduğu kitaplar, zihnine yerleştirdiği bilgiler ve bildiği kelimeler vesilesiyle belli bir düşünce sistemine sahip olur. Bir yabancı dile âşinâ olan kimseler, eğer ana dillerini çok iyi bilmiyorlarsa, zamanla yazılı ya da görüntülü vasıtalar sayesinde o dillerden süzülüp gelen düşüncelerin tesirine girer; o milletler gibi duymaya, düşünmeye ve anlamaya başlarlar. Dolayısıyla, özümüzü muhafaza etmemizin ve kendimiz olarak kalmamızın şartlarından biri dilimizi kendine has özellikleriyle öğrenmemiz, onu düzgün kullanmamız ve korumamızdır.


Maalesef, bugün bazı kimseler, hatta bir kısım meşhur yazarlar argo kullanmanın lüzumunu ve onun halkın malı olduğunu iddia etmektedirler ki bize göre bu tamamen yanlıştır. Mahallî diller ve lehçelerle alakalı çalışmalar takdir edilmelidir; her yazar kendi doğup büyüdüğü yörede bilinen mahalli kelimeleri mutlaka kullanmalı ve onların unutulmasına mani olmalıdır. Fakat, her argo kelime, iffetli insanlar arasındaki hayasız kimse gibidir; umumi atmosferi bozar, göz tırmalar ve hassas ruhları rahatsız eder.


Evet arkadaşlar,


Dil eğitimiyle alakalı bunca önemli meseleyi not ettikten sonra anneme sordum:


“Peki sen bana kitap okumaya ne zaman başladın anneciğim?”


Gözlerindeki buğudan tekrar o günlere gittiğini hissettiğim annem başımı okşayarak,


“Hatırlamazsın ama, sen daha minik bir bebekken ben sana kitap okurdum; renkli renkli sayfaları gösterir, oradaki resimler hakkında konuşurdum. O zamanlar bebekler için bezden kitaplar olmadığından dolayı, bazen bir kumaşın üzerine resim çizip yazılar yazar, daha sonra da içini pamukla, pirinçle ve değişik maddelerle doldurup kenarlarını dikerek kendine zarar vermeyeceğin oyuncak kitaplar yapardım sana.” dedi.


O, yanımdan ayrılıp giderken içimde anneme karşı minnettarlık hislerim iyice kabarmıştı: Ah canım anneciğim, hâlâ çok şey öğrenmem lazım ama şayet sen o kadar hassas davranmasaydın, bugün anladığımı zannettiğin çok güzel hakikatleri bile hiç anlayamayacaktım. Beni senin şefkatli sinene emanet eden Rabbime hamd ü sena ve sana da sonsuz teşekkürler ederim.


Son bir îkaz: İnsan, anlamadığını düşünerek okumaktan ve dinlemekten vazgeçerse bazı hakikatleri hiçbir zaman anlayamaz; fakat, her gün tek kelime bile öğrense birkaç sene sonra hatırı sayılır büyüklükte bir kelime hazinesine sahip olur. Dahası, insan belli bir yaştan sonra öğrendiği kelimeleri bilse ve onlarla karşılaştığında anlasa dahi, onları kendine mal etmenin ve ihtiyaç anında rahatça kullanabilmenin yolu küçük yaşta onlarla tanışmış olmaktır; aksi halde, o kelimeler onun cümleleri arasında birer emanet gibi durur.


Dualarınıza vesile olması recasıyla…


Arkadaşınız Talip Rıza 🙂