Kuşun Kanadını Kırarsan…

Kuşun Kanadını Kırarsan…
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Sevgili arkadaşlar,


Ağaçlar arasındaki evimizin hemen arkasında minik ama oldukça güzel bir gölet var. Ördekler için tam bir yüzme havuzu olan, sincaplara ve geyiklere serin suyundan ikram eden, görüntüsüyle çevredeki ağaçların canlılığına daha bir güzellik ekleyen bu şirin gölcük, buraya geldiğimizden beri benim için bulunmaz bir dinlenme mekanı oldu. Fırsat buldukça minik denizciğimin kenarına gidiyor, çevreyi seyrediyor ve kainatı okuma denemeleri yapıyorum. Bu arada az ötedeki küçük derenin şırıl şırıl akışını dinleyerek, onun hangi zikri yaptığını, Cenab-ı Hakk’ın hangi ismini tekrar edip durduğunu anlamaya çalışıyorum. Bazen “Celîl”, bazen de “Cemîl” dediğini duyar gibi oluyorum ama bunlardan hangisini söylediğini iyice ayırt edemiyorum. Geçen gün, su içmeye gelen bir kuşun zikrini Kur’an hocamın yardımıyla da olsa açık seçik anladım; “Ya Kuddüs, ya Kuddüs” diyordu; onun sesine yoğunlaşınca harfleri ne kadar da güzel telaffuz ettiğini duyup hayrette kaldım.


Ayyüzlü’nün Ağladığı Gece


Neyse.. geçen gün her zamanki gibi bir fırsatını bulup şirin göletin kenarına koştum. Elimde, soluk soluğa okuduğum ve neredeyse bir günde bitirdiğim “Serhatte Gün Batımı” adlı kitap vardı. Onun sayfaları arasına dalıp gitmişken, bir cümle beni hayalen birkaç hafta önceye, Peygamberimizin doğum gecesine götürdü. Samanyolu Televizyonu da olmasa bu gurbet elde çok garip geçecekti o Kutlu Gece. Fakat, çok şükür ki, ışığı sönmeyen evde, Ayyüzlü ile beraber Mevlid Kandili için hazırlanan özel programı seyretmek nasip oldu.


Rasûlullah’ın adının her anılışında sanki odaya o En Sevgili giriyormuş gibi bir hal alıp edeble doğrularak O’na saygısını gösteren Peygamber Aşığı’nı o programı seyrederken bir görebilseydiniz keşke. Yanaklarından sürekli damla damla gözyaşı akan o Güzel insan, program boyunca ağlamaktan ekrana bakamadı desem abartmış olmam herhalde. Büyüklerim, çekindiklerinden midir bilemiyorum, bırakın Ayyüzlü’ye dönüp onun halini görmeyi, nefeslerini bile belli etmeden alıp veriyorlardı. Ben ise, hem küçük olmanın avantajıyla hem de Ayyüzlü’nün beni göremeyeceği, normalde bayanların kullandığı camlı yerde oturduğumdan herkesi yarı kuşbakışı takip edebiliyordum.


Televizyonda değişik rolleriyle, şarkılarıyla tanıdığımız sanatçıların sırf Kainatın İftihar Tablosu’nun dünyayı teşrifini anmak ve O’nunla bir gece geçirebilmek için yaptıkları besteleri, okudukları şiirleri dinleyince çok duygulanan Ayyüzlü’nün dudakları kıpır kıpırdı. Bütün insanlığın dünya ve ahiretini düşünen o Dertli insan, sanatçıların Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e olan sevgilerinin artması için dua mı ediyordu, yoksa, o süslü hayatın içinde yaşayıp da Sırat-ı Müstakim’i bulamamışların da hidayeti için Allah’a yakarıyor muydu, çok merak etmiştim. Bir aralık kısık bir sesle, “Ey merhameti sonsuz Rabbim, Habibin hürmetine, O’nun mevlidi hatrına uzaktakilerin gönüllerini de imana, İslam’a ve Kur’an’a aç; kalbi bütün bütün ölmemiş kullarına da bu gece yeni bir doğum lutfet!” diyor ve ağlıyordu. Bir de zaman zaman dudaklarından “Ya Rasulallah ne kadar yenisin; aramızdan daha dün gitmiş gibisin!” sözleri dökülüyordu. Hele arada bir ekrana yansıyan yaşlı gözler, vatan ve millet hasretiyle kavrulan Büyüğümüzü daha da bir hüzünlendiriyordu. Kim bilir, belki de “Yetim Kız”ın duygu yüklü sözlerini dinlerken de koskoca bir ümmetin öksüzlüğünü düşünmüş ve onun için hıçkırıklara boğulmuştu.


Haylaz Çocuklar


Bu tatlı ama hüzünlü tablo bir sinema şeridi gibi hayalimden geçerken, benim yaşlarımda iki kişinin seslerini duydum. Bu iki arkadaş ellerindeki taşları göldeki ördeklere doğru fırlatıyor, daha sonra da ördeklerin bağırarak kaçışlarını birbirlerine gösterip kahkaha atıyorlardı. İlk önce yanlış gördüğümü zannettim. Fakat biraz daha dikkatli izleyince yanılmadığımı anladım. Keşke yanılmış olsaydım da onlar öyle kötü şeyler yapmasalardı. Daha sonradan babalarının bir işi dolayısıyla üç günlüğüne bizim yan daireye geldiklerini öğrendiğim Serkan ve kardeşi Ahmet’le hiç de iyi bir tanışmamız olmadı:


“Heyy, durun, arkadaşlar ne yapıyorsunuz? Onların da canı var. Size atılsa o elinizdeki taşlar hoşunuza gider miydi? Yapmayın ne olur!..” diye uzaktan seslenip koşarak yanlarına gittim.


“Biz bir şey yapmıyoruz ki, sadece oyun oynuyoruz.” dedi Ahmet.
“O hayvancıklar oyuncak değil ki!” diye cevap verdim.


“Annemin dediğine göre, Allah, hayvanları insanlara hizmet etmek için yaratmış; işte bizi eğlendirerek onlar da hizmet etmiş oluyorlar.” diyerek dalga geçen Serkan o esnada bastığı yerin yakınında bir karınca yuvası olduğunu farkedip yere eğildi. Eliyle yuvayı karıştırırken batan bir dikenin acısıyla yerinden doğruldu ve hıncını karınca yuvasından alırcasına ayağıyla vurmaya başladı. Artık dayanamayıp;


“Lütfen yapma, hem bu yaptığın çok günah. Eğer sen bu hayvancıklara merhamet etmezsen Allah da sana merhamet etmez.” dedikten sonra tuttuğu elini gösterek, “Çok acıdı değil mi? Haydi gelin, başka bir oyun bulalım sizinle! Bu arada ben Talip Rıza!..” diyerek kendimi tanıttım.


Bir müddet havadan sudan konuştuk. Söz sonra dönüp dolaşıp hayvanlara nasıl davranmamız gerektiğine geldi, ben de “Başkasının Günahına Ağlayan Adam” adlı kitapta dikkatimi çekip beni kendisine hayran bırakan Bediüzzaman Hazretlerinin davranışından bahsettim;


Karıncaların Çayı


“O kitapta anlatıldığına göre, Bediüzzaman Hazretleri kedilerin “Yâ Rahîm!” dediklerini duyuyormuş. Bir yere kulübe yapacakları zaman kaldırdıkları taşın altından karınca yuvası çıkınca sırf o hayvancıkları rahatsız etmemek için oraya kulübe yapmaktan vazgeçmiş. Karınca yuvalarının yanına gelince ekmek, bulgur, bir de şeker koyar ve gülerek “Bu da onların çayı olsun” dermiş. Bırakın hayvanları, ağaçlara, çimenlere bile Allah’ı zikrediyorlar diye şefkatle davranırmış. Bir keresinde gördüğü bir oduncuya “Sakın yaş dalları kesme, onlar da Allah’ı zikrediyorlar, ağaçların kurumuş ve ölmüşlerini topla!” demiş. Kendisi de yerdeki çimenler yaralanıp da zikirleri kesilmesin diye otların olmadığı yerlerden yürümeye gayret gösterirmiş.”


“Evet, ben de geçen gün televizyonda Darendeli bir hocaefendinin çocukken Allah’ın adını zikrettiğini işittiği için ağaçların dallarını koparamadığını öğrenmiştim. Öyleyse bitkiler, hayvanlar, her şey Allah’ı zikrediyor öyle mi?” dedi Ahmet.


“Tabii, hatta annem bir keresinde söylemişti; Kur’an’da, kainattaki her şeyin istisnasız Allah’ı tesbih ettiğini belirten ayetler varmış. Yani sadece hayvanlar, bitkiler değil, dağ, taş, bulut, güneş, gezegen… her şey Allah’ı tesbih ediyormuş.”


Benim bu sözüm üzerine iki kardeşten büyükleri olan Serkan çoğumuzun merak ettiği bir konuya değindi;


“İyi de, zehirli yılanları, akrepleri, eşyalarımızı yiyip delik deşik eden fareleri, yazın bizi ısırıp kaşındıran sivrisinekleri de mi Allah’ı zikrediyorlar diye öldürmeyeceğiz?”


Bu sorunun cevabını az-çok biliyordum, fakat benim bilgilerimle onların ikna olmayacaklarını tahmin ettiğimden, eve gidip hem bu konuyla ilgili annemden yardım alabileceğimizi, hem de onun enfes yaşpastasından yiyebileceğimizi söyleyince hep beraber koşarak bizim eve gittik. Ben, aramızda geçen konuşmaları anneme naklettikten sonra Serkan sorusunu biraz daha özetleyerek tekrar etti;


“Çevremizde bir sürü kötü, pis, insanlara zarar veren hayvan var. Bunlara da dokunmayacak mıyız, teyze?”


Annem sabah hazırladığı çikolatalı ve üstü süslü pastadan büyükçe dilimleri tabaklarımıza koyarken ben de içeceklerimizi bardaklarımıza doldurdum. Anneciğim her zamanki mütebessim çehresiyle, yumuşak sesiyle ve sabırla sorularımıza cevap veriyordu;


“Bakın çocuklar, her şeyden önce bilmemiz gereken bir şey var; kainatta kötü varlık yoktur. Anne-babaların çocuklarını koruma amacıyla kullandıkları, fakat çok yanlış bir ifadedir bu. Eğer bizde bir kabahat olmazsa zararlı gibi bildiğimiz hayvanlar dahi bize ilişmezler. Özellikle sinek, hamamböceği, fare, yılan, solucan, kedi, köpek gibi hayvanları kötüleyip iftiraya maruz bırakıyoruz. Daha önce Talip’e yılanın dokunmadığı Allah dostunu anlatmıştım. Evet, hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmayan Allah Teâlâ, bu hayvanları da bir, belki de bilemediğimiz bin hikmetle yaratmıştır. Mesela kimi hayvanları üzerine binip bir yere gitmemiz, kimilerine yük taşıtıp işimizi kolaylaştırmamız ve bazılarını etinden, sütünden, derisinden istifade etmemiz için pek çok hikmetle Yaratan Cenab-ı Hak, bazı varlıkları da izleyip tefekkür edip ders çıkarmamız ve hepsinden önemlisi onların çehresinde bütün kainatın Sahibi Yüce Rabbimizin güç ve kudretini görüp bilmemiz için yaratmıştır. Dolayısıyla, onların şerlerinden emin olmak için yollar bulmalıyız, ama bunu onlara zarar vermeden yapmaya çalışmalıyız. Bilmeliyiz ki, onların her biri Rabbimizi bize tanıtan bir harf, bir kelime, bir sayfa ve bir kitap gibidir.”


Sivrisineğin Ustalığı


Serkan sorularına devam etti;
“İyi de, bir sinek bize Allah’ı nasıl tanıtabilir ki?!.” dedi. Annem,


“Sırf sineklerle ilgili bir yazısı var Bediüzzaman Hazretleri’nin. Okuduğumda benim de çok ilgimi çekmişti. Siz pastalarınızı yerken ben de o yazıyla ilgili tuttuğum notları getireyim de okuyalım olur mu?” cevabını verip kendisi için hazinelerden bile kıymetli bilgilerin saklı olduğu sohbet ve çalışma notlarını kaydettiği o güzel defterini alıp getirdi. O sırada,


“Çok güzel olmuş anneciğim, ellerine sağlık, pastanedekilerden bile güzel olmuş” demeden edemedim.


Bir küçük tebessümle bana cevap veren anneciğim notlarına bakarak anlatımaya başlamıştı bile:


“Her çiçek, her ağaç, her canlı bütün varlığın aynı Sanatkarın eseri olduğunu gösterir.”


“Nasıl yani?”


“Diyelim ki siz bir apartmana girseniz ve çıktığınız her katta bütün çocukların elinde aynı şeker ve çikolatadan görseniz, ne düşünürsünüz? Onlara bu güzel yiyecekleri veren aynı kişi midir, yoksa farklı kişiler midir?”


“Tabii ki aynı kişi vermiştir, bütün çocuklara değişik insanlar tesadüfen aynı şeyi veremez ki!”


“Çok haklısınız, hemen hemen bütün bitkiler birer tohumdan çıkar, gündüzleri kirli havayı emip yerine temiz hava verirler. Gülü yaratan hangi Zât ise, koca çınar ağacını da yaratan aynı Zât’tır. Bütün bitkiler uyum içerisinde aynı vazifeyi yaparak “Bak bize, bu küçücük halimizle sizin alıp verdiğiniz havayı temizliyoruz, her birimizde bir hastalığa şifa gizlidir, boyumuzdan çoook çok büyük işleri biz kendi kendimize yapamayız. İşte demek ki bize bu işleri yaptıran bir Usta’mız, Sultan’ımız var. Bak her birimizin üzerinde ve de dilinde Allah’ın değişik isimleri var. Bize bakıp bu isimleri görsenize, kulaklarınızı açıp zikirlerimizi işitsenize…” derler.


Bediüzzaman Hazretleri dikkatlerimizi sivrisineğin üzerine çekiyor ve şöyle diyor: “Dünyaya geldiği dakikada evinden çıkıp durmayarak insana hücum edip uzun asâsıyla vurup hayat suyumuzdan (kanımız) içer ve biz onu farkedip yakalayana kadar da ani bir manevrayla kaçıverir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, okula gitmemiş olan mahluka savaş tekniğini, su bulup çıkarma sanatını kim öğretmiş? Ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım, bu sanatı çok uzun derslerden sonra öğrenebilirdim. Bu hayvancık bile “Beni yaratan, içime bilgileri koyan Biri var” diyor. Çiçeklerden topladığı maddelerle bal yapan arıyı, incecik iple yuvasını ören örümceği de buna kıyas edin.”


Anne Kuşun Çırpınışı


Hepimiz hayran hayran annemi dinliyorduk. Büyük bir heyecanla elindeki notları bize aktaran annem sözlerine şöyle devam etti;


“Geçen gün Ayyüzlü de bu konuya değinmişti. Demişti ki: Biz bütün canlıları Allah’ın sanatı olarak görür ve mahlukatın en küçüğüne dahi merhamet ve şefkatle bakarız. Bir tek sineğin ölümüne bile rıza göstermeyiz. Yıllar önce, bir arkadaşım bir yılanın belini kırmıştı. Zannediyorum bir veya iki ay hiç konuşmadım onunla. ‘Ne hakkın vardı? Niçin hayvanın hayatının önünü kestin, yaşamasına mani oldun?’ dedim ve sitem ettim. Ben hayatımda bilerek bir karıncaya bile basmadım. Her canlının yaşama hakkı olduğuna, eko-sistem içinde onların hepsinin bir yeri bulunduğuna inandım.”


O gün Ahmet ve Serkan kendi evlerine gittikten sonra da hayvanlara karşı şefkatli olma meselesi aklımdan hiç çıkmadı, zihnimi kurcalayıp durdu. Bir aralık, Peygamber Efendimiz’in hayvanlara merhametli olma hususunda neler söylediğini merak ettim. Bu merakımı giderebilecek bir kitap bulup hemen okumaya başladım. Kitabı henüz bitiremedim. Fakat, en son okuduğum iki hadiseyi aktararak “Bu haftalık da bu kadar!” demek istiyorum.


Bir yolculuk esnasında Sahabîler bir kaya kuşu gördüler. Kuşun yanında iki tane de yavrusu vardı. Birisi gidip kuşun yavrularını aldı. Anne kuş gelip onların başlarının üstünde çırpınarak uçmaya başladı. Peygamberimiz bunu görünce, “Yavrularını alarak bu hayvanın canını kim acıttı? Yavrularını yerine koyun” buyurdu.


Peygamberimizdeki şefkat, bir kuşun çırpınmasına ve acı duymasına bile razı olamayacak kadar engindi. Öyle ki, zevk için kuşları avlamayı hoş görmemiş, o türlü kötü alışkanlıklardan uzak kalınmasını tavsiye etmiş ve şöyle demişti: “Kim sırf eğlence olsun diye, keyif için bir serçe öldürürse, kıyamet gününde o serçe Allah’a şu şekilde şikâyette bulunur: Yâ Rabbi, bu kişi etimi yemek ve benden yararlanmak için değil, sırf kendi zevki için beni boşu boşuna öldürdü.”


Evet, sevgili arkadaşlar,


Hazreti Bediüzzaman’ın dediğine göre, bir çocuk, eline aldığı bir kuşu veya bir sineği öldürse, şefkat duygusuna zıt hareket ettiği için mutlaka o kötülüğünün cezasını görür.. bugün olmazsa yarın düşüp başını yarar ya da kolunu kırar. Şayet, büyüdüğü halde mahlukata karşı öyle zalimce davranmaya devam ederse, burada olmasa da ötede muhakkak hesaba çekilir ve cezalandırılır. Öyleyse, siz siz olun kimseye kötülük yapmayın, hayvanara bile zulüm etmeyin.


Sahi, sizin kedi nasıl zikrediyor, hiç dinlediniz mi?


Arkadaşınız Talip Rıza 🙂