Korku, Yılan ve Koruyucu Melek

Korku, Yılan ve Koruyucu Melek
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Sevgili Arkadaşlar,


Geçen hafta, can dostum Recep’ten bir mektup aldım. Bir ay kadar önce gönderdiğim mektubun cevabı olarak okuduğum cümleler, inci dizisi gibi göze hoş gelen bir el yazısıyla çok güzel bir kağıdın üzerine adeta bir dantela şeklinde işlenmişti. O zarf, o kağıt, o pul Türkiye’den gelmişti; satırlar üzerinde arkadaşımın parmak izleri vardı; mektup kağıdı İstanbul kokuyordu. Minik yüreciğim çok heyecanlanmıştı zarfı açarken; öyle ki mektubu baştan sona okuyup bitirdiğim halde kalbimin hızlı hızlı atışı hâlâ dinmemişti. Meğer vatanımı, içinde doğup büyüdüğüm şehri ve dostlarımı ne de çok özlemişim. İşte, o an anladım Ayyüzlü’nün “Üzerinde vatanımın kokusu var, ona dokunmayın!” diyerek Türkiye’den getirdiği elbisesini dolabının bir yanında ilk günkü gibi muhafaza edişinin sırrını. Evet, o an anladım yurdumuzun dört bir tarafından gönderilen toprak dolu kavanozları neden odasının en özel bölümünde sakladığını. Bilmem ki, dostumun eline değdiği ve bizim illerin kokusunu getirdiği için o zarfı ve o kağıdı yüzüme gözüme sürdüğümü Recep bilseydi ne düşünürdü!..


Çeşit Çeşit Korkular


O şirin mi şirin mektupta hoş olmayan sadece tek şey vardı; o da, Recep’in bir yakını olan Yusuf’un problemiydi. Yusuf, karanlıktan, köpeklerden, örümceklerden, kuşlardan, yalnız kalmaktan çok korkuyormuş. Onun bu konulardaki zaafını bilen arkadaşları ve çevresindeki bazı büyükleri onunla alay edip, olmadık şakalar yapıyorlarmış. Yusuf hem buna çok üzülüyormuş hem de kendisiyle alay edilmesinden çekindiği için okula gitmeyi, hatta sokağa çıkmayı bile istemiyormuş. Bizim Recep, başkasının üzülmesine hiç dayanamaz; bundan dolayı, suyun bu yakasındaki büyüklerden yardım istemek ve onların dualarını alabilmek için mektubunda bu meseleye de değinmiş.


İşin doğrusu, ben de bazı şeylerden korkarım; mesela, yılanın hayali bile içime bir endişe salar; bazen gönlüme anne ve babamdan ayrı düşecekmişim gibi bir şüphe düşer; kimi zaman da, burada bile bir kaç gün görmeden edemeyeceğimi düşündüğüm Ayyüzlü’yle ötede beraber olamama korkusu daha şu küçük yaşımda belimi büker. Daha önceleri, kimi insanların uçağa binmekten korkup birkaç saatte gidecekleri yere karayoluyla günler sonra varabildiklerini ve bazı kimselerin uğursuzluk getirmesinden ürktükleri için 13 rakamıyla alakalı her şeyden kaçtıklarını, hatta hiçbir zaman apartmanın 13. katında kalmaya bile cesaret edemediklerini de duymuştum.


Elimdeki zarfı, çekmeceme özenle yerleştirdiğim hatıra defterimin arasına bırakır bırakmaz, korktuğum zamanlarda hemen sinesine sığındığım ve ona sarılınca bütün dertlerimin yok olduğunu hissettiğim anacığımın yanında aldım soluğu. Başında beyaz örtüsü ve elinde kırmızı renkli kitabıyla annem pencerenin önündeki koltukta oturuyordu. Yanına varıp sessizce ona bakışımdan bir şey söylemek istediğimi anlamış olacak ki, bir ara başını kaldırıp “N’aber, oğlum?” diyerek bana yöneldi. Onun işini böldüğüm hissine kapılıp üzülmemem için de okuması bitmiş gibi kitabını yandaki sehpanın üzerine koydu.


Üzgün bir edayla, Yusuf’un korkularını ve yaşadığı sıkıntıları bir bir anneme naklettim. Annem, önemli konulardan bahsederken yüzünde beliren ciddiyetle korkulardan bahsetmeye başladı:


“Korkmak, utanılacak veya alay edilecek bir şey değildir. Sevinç, üzüntü ve kızgınlık nasıl bazı olaylar karşısındaki normal birer tepkiyse, korku da öyledir.. o, bazı durumlarda bütün insanlarda ortaya çıkan bir çeşit heyecan hâlidir. Doğrusu, korkulması gereken şeylerden korkmak insan olmanın gereğidir. Asıl büyük problem, bir insanın, neticesi mutlak felâket olan tehlikelere bile atılacak kadar korkusuz ya da kendi gölgesinden dahi kaçacak kadar yüreksiz olmasıdır.”


Korkunun da Bir Hikmeti Var


Annem bu sözleri söylerken aklıma takılan bir soruyu sormadan edemedim;


“Anneciğim, Allah hiçbir şeyi lüzumsuz yaratmayacağına göre, acaba korkunun varlık gayesi nedir?”


“Oğlum, Cenâb-ı Hak korku hissini hayatımızı muhafaza etmemiz, kendimizi hem bu dünyanın tehlikelerinden korumamız hem de Cennete girmemize engel olabilecek davranışlardan uzak durmamız için vermiştir.”


Annem sözüne bir soruyla devam etti:


“Söyle bakalım, sen bir oyuncağı almayı çok istesen.. ve bir yerde de para görsen, kimsenin şüphelenmeyeceği bir şekilde o parayı çalma imkanın da olsa, sırf o oyuncağa sahip olabilmek için yapar mısın bunu?”


“Hayır.. asla..!”


“Fakat, hiç kimse görmeyecek..”


“Yine de çalmam, hatta öyle bir şeyi aklımdan bile geçirmiş olsam hemen gidip Allah’a tevbe ederim. Çünkü, o sırada beni kimse görmese bile Allah her an görüyor.”


“Peki Allah’ın görmesi senin için neden bu kadar önemli?”


“Neden diye sorulur mu anne? Ya Allah’ın sevgisini, rızasını kaybedersem? Ya hırsızlıktan ve hak yemekten dolayı ebediyyen Cehennem’le cezalandırılırsam? Yaptığı her şeyin hesabını vereceğini bilen birisi öleceğini bilse girişmez öyle çirkin bir işe!”


“Farkındaysan soruna kendin cevap verdin oğlum. İnsanoğlunun bu dünyada bir gayesi olduğunu biliyorsun. Şeytanın da onu engellemek için bütün kötülükleri süsleyip, sarıp sarmalayıp onlarla insanı kandırarak sonunda Cehennem’e sürüklemek için elinden ne gelirse yaptığını da öğrenmiştin. Az önce senin de dediğin gibi, insanda Allah’ın sevgisini ve rızasını kaybedip Cehennem’e düşme korkusu olmasaydı, haketmediği için elindeki bütün nimetleri kaybetme endişesi bulunmasaydı, insanoğlunu kötülüklerden, sapkınlıklardan alıkoymak nasıl mümkün olurdu? Demek ki, nefsin vicdana ve akla boyun eğmesi için korku mutlaka lazım olan bir histir. Yeter ki insan neyden ve hangi ölçüde korkması gerektiğini bilsin.”


Uçak Kazası ve Ölüm İhtimali


“Yani, korkuda bile bir denge var, öyle mi anne?”


“Evet oğlum aynen öyle.. Şayet, insanı bekleyen bir tehlike beş, on ihtimalden bir ihtimalse, o zaman insan ondan korkmalı ve o tehlikeye karşı mutlaka tedbir almalıdır. Fakat, kırkta bir ihtimalle bir zarar söz konusu olan durumlarda ürkmek ve endişeye kapılmak sadece vehimden ibarettir ve hayatı azâba çevirir.”


“Nasıl yani?”


“Mesela, bizim buraya geldiğimiz günlerde Atatürk Havalimanına günde ortalama 750 uçak inip kalkıyordu. Bu rakamı esas alarak, bütün dünyada bir gün içerisinde kaç uçağın havalandığını hesap edebilir misin?”


“Bilmem ki, belki her gün onbinlerce uçak yolcu taşıyordur!”


“Peki, bu sene boyunca kaç tane uçak kazası haberi dinledin.”


“Herhalde otuz olmuştur…”


“Öyleyse, düşmesinden korkarak uçağa binemeyen bir insanın korktuğunun başına gelme ihtimali nedir, bir de bunu düşün.”


“Oooo, milyonda bir mi desem, on milyonda bir mi desem; anneciğim ne bileyim ben böyle büyük sayılı bir ihtimal hesabını…”


“Bir de Bediüzzaman hazretlerinden alarak biraz değiştireceğim şu sözü düşün: “Ecel gizli olduğundan, o korkak adamın herbir günde ölmek ihtimali vardır. Daha on sene yaşayacağını hesap etse, üçbin altıyüz günde hergün onun vefatı muhtemeldir. İşte o adam, uçak kazası gibi milyonda bir ihtimal karşısında değil, belki onun için üçbinden bir ihtimal olan ölüm karşısında titremeli ve ağlamalıdır.”


Her Şey O’nun Emrinde


Annemi dinlerken içimdeki dünyevî korkular silinip gitmeye başlamıştı. Bütün hislerimizde olduğu gibi, korkunun hafifini dünya için, şiddetlisini de ahiret için kullanmamız gerektiği düşüncesi zihnimi sarmıştı. O sırada annemin içli sesi bütün dikkatimi yine kendi üzerine çekti:


“Ahh Talibim, aslında Yusuf’un korkuları çocukça ve çok masum. Bazı kimseler, olmayacak korkularla hayatı cehenneme çeviriyorlar: Kainat’ı inceliyor, koca koca gezegenlere, büyük büyük yıldızlara bakıyor.. ve uçsuz bucaksız fezada olup bitenleri başıboş bir at koşusuna benzetip, sür’atli ve karmakarışık hareketlerin sonunda her an bir çarpışma olmasından korkuyorlar. Her saniye ölüm endişesiyle kıvranıp duruyorlar; zira ölünce her şey bitiyor onlar için, bir karanlığın içerisinde yok olacaklarmış gibi vehmediyorlar.”


“Fakat anneciğim, uzay gerçekten ürkütücü değil mi?”


“ Kainat’a iman gözlüğüyle bakan adam için asla! Çünkü o, değil koca koca galaksilerin ya da yıldızların, kainattaki minicik tozların bile başıboş olmadığına inanır. Onların, hepsini tek tek gözetleyen, yöneten ve bir vazifeyle sevkeden yegâne Rabbin emrinin dışına asla çıkmayacaklarından emindir. Her varlığı böyle vazifeli bir memur gibi gören adam, onlardan korkmak şöyle dursun, hepsine karşı farklı bir sevgi besler ve her işte Allah’ın ayrı ayrı hikmetlerine şahit oldukça “Elhamdülillah!” der.”


Annem bunları söylerken sanki bir vaize gibiydi; çok duygulanmıştı. Anlattıkları benim gönlümü de yumuşatmıştı. O şöyle devam etti:


“Oğlum, dağ taş, kurt kuş, yer ve gökler, her şey ama her şey Cenab-ı Hakk’ın emrine âmâdedir. Allah dilerse, her şeyi yakan ateş Hazreti İbrahim’i yakmaz; O murad buyurunca kayayı parşalayan bıçak Hazreti İsmail’in boynuna işlemez. Allah emredince deniz Hazreti Musa için otoban olur; O’nun dilemesiyle ağaçlar bile sevgili Peygamberimiz’in huzurunda secdeye durur. Evet, insan Allah’a teslim olunca, artık her şey onun hizmetinde bulunur.”


Kocaman Bir Yılan ve Âyetü’l-Kürsî


Sevgili arkadaşlar,


Ne zaman Rabbimizden ve Peygamberimizden bahsetsek evimizin içine bir huzur dolar. Annem konuşurken yine öyle olmuştu. O bir müddet sustu; sonra elindeki kırmızı kitabın bir sayfasını açtı; “hâşiye” (ne demekse henüz öğrenemedim) yazan kısımdan bir paragraf okudu. Bediüzzaman Hazretleri’nin bir öğrencisi şu hadiseyi anlatıyordu:


“Hocam, dağdaki büyük bir ağaca dayandığı sırada bir gürültü işitti. Fakat, o tarafa dönüp bakmadı. Yarım saat kadar sonra bir de ne görsün, kocaman bir yılan onun arkasında ağzını açmış, bekliyor. Hocam yavaşça kalktı ve yılanın önünden tarla içine doğru çekildi. Yılan ise çöreklenmiş ve bir metre de ayağa kalkmış vaziyette iken ona hücum etmek için bekliyor ama sanki bağlı gibi bir türlü hareket edemiyordu. Çünkü, Hocamın o gün defalarca okuduğu Âyetü’l-Kürsî’nin koruyuculuğu o hayvana gem vurmuş gibi onu üç metre mesafede durdurdu. En nihayet çekildi, gitti.”


Şaşkınlıktan gözlerim faltaşı gibi açılmış bir haldeyken sordum:


“Hazreti Üstad o gün Âyetü’l-Kürsî’yi okuduğu için mi yılan ona dokunamamış?”


“Evet oğlum.. hem niye şaşırdın ki? Yılanın da, kuşun da, karanlığın da, aydınlığın da, örümceğin de, minik virüslerin de Rabbi’dir Allah. Onlara belirli kullarına zarar vermemelerini emrettiği vakit, hiçbiri ama hiçbiri bu emrin dışına çıkamaz. Allah korunmak için kapısına gelen kuluna hıfzıyla, Kendi şanına layık korumasıyla muamele eder.”


“Peki, ben de her gün Âyetü’l-Kürsîyi okusam Allah beni de korur mu?”


“Bir Hadis-i şerifinde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kur’ân’da en büyük âyet, Âyetü’l-Kürsî’dir. Bunu kim okursa Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. İçinde okunduğu evi şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez.” buyurmaktadır. Başka bir hadis-i şerifte de Kim farz olan her namazın ardından Âyetü’l-Kürsî okursa, ondan sonraki namaza kadar mahfûz kalır, korunur.” diyerek onun vesileliği ile Cenab-ı Hakk’ın koruması altına girilebileceğini belirtmektedir. Bu hadislere ve benzerlerine bakılırsa, rahatlıkla denebilir ki; her kim Allah’ın koruyacağına inanarak bu ayeti okursa, ona kat’iyen hiçbir şey zarar veremez. Ne var ki, Âyetü’l-Kürsî’nin sırlarından istifade etmek için; samimi bir imana sahip olmak, onun mânâsını çok iyi bilip ona göre amel etmeye çalışmak ve onu gönülden okumak gerekmektedir.”


Şeytana Karşı Koruyucu Melek


Evet arkadaşlar,


Annemden bu kıymetli bilgileri öğrenir öğrenmez babamın çalışma odasına gittim. Kitaplığın en üst rafında duran hadis kitaplarından birini alıp Ayetü’l-Kürsî’nin faziletleriyle ilgili bölüme göz gezdirdim. Hazreti Ebu Hureyre’nin başından geçen bir hadise çok dikkatimi çekti. (Benzer bir olaya Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de şahit olmuş.) Onu da size aktararak bu haftaki sözlerimi noktalayacağım:


Bir gün Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabilerden Ebu Hureyre hazretlerine fakirlere dağıtılmak için toplanan zekat mallarını koruma vazifesi verdi. O, görevinin başındayken kara görünümlü bir adam sessizce geldi ve zekat olarak toplanan mallardan avuç avuç almaya başladı. Hazreti Ebu Hureyre (radıyallâhu anh) hemen adamı yakaladı ve onu Peygamber Efendimiz’e götüreceğini söyledi. Adam da çok fakir olduğunu, onu çocukları için aldığını söyleyip kendisini bırakmasını istedi. Adamın haline acıyan Sahabi Efendimiz, onu salıverdi. Sabah olunca, Allah Rasûlü;


“Ebu Hüreyre! Dün akşamki hırsızı ne yaptın?” diye sordu. O da;


“Ey Allah’ın elçisi! Bana fakir olduğundan ve bakmakla sorumlu olduğu çocuklarından bahsedince, acıyarak onu salıverdim.” şeklinde cevap verdi. Peygamber Efendimiz;


“O adam sana yalan söyledi, o tekrar gelecek” buyurdu.


Gece olunca adam tekrar gelip zekat mallarından çalmaya başlayınca, Hazreti Ebu Hüreyre adamı yine yakaladı, adam aynı bahanelerle kendisine acındırarak bir kere daha kurtulmayı başardı. Ertesi sabah Allah Rasûlü, yine bir gün önceki hırsızı sordu. Ebu Hüreyre Efendimiz de olup biteni anlattı. Allah Rasûlü;


“O adam sana yalan söyledi, fakat tekrar gelecek!” dedi.


O gece aynı şey tekrarlanınca bu sefer Hazreti Ebu Hüreyre adamı bırakmadı ve “Seni mutlaka Rasûl-ü Ekrem’e götüreceğim!” dedi. Adam yalvarmaya başlayıp;


“N’olur bırak beni! Eğer bırakırsan sana faydalı bir dua öğretirim!” dedi. Sahabi Efendimiz, o duanın ne olduğunu sorunca, garip görünümlü adam “Yattığın zaman Âyetü’l-Kürsî’yi oku. Bunu yaparsan Allah senin üzerine koruyucu bir melek gönderir ve sabah oluncaya kadar şeytan sana yaklaşamaz.” dedi. Bunun üzerine adamı yine serbest bıraktı Hazreti Ebu Hüreyre. Sabah olunca Peygamber Efendimiz hırsıza ne olduğunu tekrar sordu. Ebu Hüreyre (radiyallahu anh) adamın öğrettiği duayı ve bunun karşılığında serbest kalmayı istediğini bir bir anlattı Allah Rasûlü’ne. Olanları dinleyen İnsanlığın İftihar Tablosu;


“O, çok yalancı olduğu halde, bu sefer doğru söylemiş. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?” dedi.


“Hayır!” dedi Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) ve şaşırtan cevabı aldı;


“O şeytandı…”


Arkadaşınız Talip Rıza 🙂