Çikolatasız Geçen Bir Hafta

Çikolatasız Geçen Bir Hafta
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Geçen hafta nazar değdi Ayyüzlü’ye. Neredeyse on gün boyunca o pamuk ellerden çikolata alamadım. Birazını anlayıp not tuttuğum ve tam istifade edemesem de huzurla dinlediğim o güzel ikindi dersleri de kesintiye uğradı. Fakat, Ayyüzlü yedi veren bir başak gibi, her haliyle verimli ve her şartta bereketli; dolayısıyla, rahatsızlıklarına rağmen her fırsatta bir kaşık marifet balı ikram etme gayretinde. Bunu bildiğim için, Işığı Sönmeyen Ev’den hiç uzaklaşmamaya çalıştım ve hiç olmazsa bu sayede arada derede konuşulan bazı mevzuları sizin için not alma fırsatı buldum. Sözümde durmaya ve benim yerimde olmak için can atan herkese, bir çocuğun gözüyle Ayyüzlü’nün hal, tavır ve sözlerini aktarmaya çalışıyorum. Bu hafta da, Ayyüzlü’nün, “geçmiş olsun” sözü, dua ederken ellerimizin duruşu, kimsenin Allah’tan daha fazla merhametli olamayacağı ve nimetlerin kıymetini bilme gibi konularla ilgili anlattığı birkaç hususu nakletmek istiyorum.

Hasta olan birisini gördüğümüzde ona “Geçmiş olsun” denileceğini öğrenmiştim. Ama Ayyüzlü “Geçmiş olsun, ifadesinden hoşlanmıyorum!” deyince anladım bazı şeyleri düşünmeden söylediğimi ve Peygamber Efendimiz’e göre bir hastaya ne denmesi gerektiğini bilmediğimi.. bir kere daha görmüş oldum Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi bir rehberi her adımında takip edersek her nefesimizi başkalarının hayrına kullanmış olabileceğimizi. Evet, bir hastayla karşılaştığımızda ya da hasta ziyaretinde bulunduğumuzda, Efendimiz’in dediği gibi; “La be’se tahûrun inşaallah – Bu hastalık kalıcı bir kötülük getirmeyecek; Allah’ın izniyle, vazifesini yapıp gidecek; giderken de amel defterindeki hata ve kusur lekelerini de beraber götürecek, manevi derecelerini yükseltecek.” dememiz gerekiyormuş. Ne güzel değil mi? Tek bir cümleyle, hem o hastaya karşı duyarlılığımızı ifade etmiş, hem ona moral vermiş, hem hastalığın da bir vazifeli memur olduğunu belirtmiş, hem her sıkıntının günahlara kefaret olduğunu ima etmiş, hem musibetlere sabretmekle de sevap kazanılabileceğini dile getirmiş ve hem de bir sünneti daha hayata geçirerek Efendimiz’in şefaatine biraz daha yaklaşmış oluyoruz.

Dua

Ayyüzlü, deprem sonrasında yardım gönderilen yerlerde ihtiyaç sahiplerinin dağıtım yapan görevlilerden bir parça ekmeği alabilmek için ellerini var güçleriyle uzattıklarını, sonunda da istediklerine ulaştıklarını, ama bir kenarda oturup, eli kucağında bekleyenlerin hiçbir şey elde edemediklerini hatırlattı. Sonrasında da ekledi; “Bizim Cenab-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Efendimiz’in yaptığı gibi yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.” dedi. Ayyüzlü, konuştukça bir mü’minin sadece sözlerinin değil hareketlerinin de çok derin manalar taşıdığını, gelişigüzel konuşmamak, rastgele oturup kalkmamak ve şuursuzca davranmamak gerektiğini, insan tek başına olsa bile, her an Allah’ın huzurunda bulunduğununun bilinciyle edepli olması geldiğini öğreniyorum. Böyle güzellikleri öğrendikçe de Müslüman olduğum için Allah’a şükrediyorum. Dinim o kadar güzel ki, anlamsız veya kötü olup da gizleme ihtiyacı duyacağım hiçbir yönü yok.

Ayyüzlü’nün duayla ilgili ifadeleri bu kadarla da kalmadı. Bu hafta boyunca, biz namaz sonrasında Allah’a dua edip tesbihatımızı yaparken Ayyüzlü de halsiz ve bitkin olmasına rağmen aramızda dua etmekten geri durmadı. Bazen “Acaba nasıl, ne yapıyor?” diye ona doğru kaçamak bir iki bakış attığımda Ayyüzlü’yü hep ellerini açmış, gözlerini kapamış, hızlı hızlı dudaklarını kıpırdatırken gördüm. Tabii dualarında ne dediğini çok merak ettim. Bir namaz sonrası, bazı duygularını bizimle paylaştı; “Ben dualarımın sonunda ‘Elfü elfi amin’ diyorum. Siz dua ederken arkada ellerimi açıyor, ‘Binlerce amin’ diyerek size katılıyorum. Dualarımın kabulü için sizinle beraber olmayı şefaatçi yapıyorum. Kim bilir, birinizin duası kabul edilirse, arada benim dileklerime de kabul damgası vurulur. Duada ufkumuzu enginleştirmemiz lazım. “Allah duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” diyor. Çok dua etmemiz ve sürekli O’na sığınmamız lazım. Bizden on kat daha akıllı ve dirayetli insanlar devrilip gittiler. Biz de sonumuzdan endişe duymalıyız, ama O’nun rahmetinden de ümidimizi kesmemeliyiz.”


Kardeşlerimiz Şehit Oldu

Şefkatin imanla münasebeti ile ilgili sorulan bir soruya verdiği cevapta Ayyüzlü, aslında şefkatin her insanda var olan fıtri bir duygu olduğunu söyledi. Ama merhamet duygusu bazı insanlarda o kadar çok olurmuş ki, onlar, vaktinden önce dalından düşen bir yaprak için bile ağlarlarmış. Peygamberler şefkat mesleğinin en seçkin temsilcileriymiş. Yoksa kendilerine o kadar çok kötülük yapan insanların Cehennem’e gitmemeleri için nasıl dua etsinler, öyle değil mi?

Şefkati anlatırken, kötü insanların da doğru yolu bulması için dua etmenin ve onların da son anda pişmanlık duyup Allah’ın affettiği kullardan olmalarına sevinmenin bile merhamet duygusundan kaynaklandığını söyledi. Sonrasında da bize yönelttiği bir soruyla bu konuyu biraz daha açtı; “Siz de son anda dahi olsa affedilmeyi, bütün günahlarınızın bağışlanmasını ve hakkınızda “Cennetlik” hükmünün verilmesini istemez misiniz?” Oradaki çokları gibi ben de ‘evet’ cevabını verdim kendi kendime.. Allah’a şükürler olsun müslümanım ama dinimizin bütün emirlerini yerine getirebiliyor muyum? Peygamber Efendimiz gibi, Hazreti Ebu Bekir gibi güzel insanların Allah’a itaatinin yanında benimkinin hiç değeri var mı acaba? Ben bir arkadaşımın bana karşı küçük bir yan bakışını bile kızgınlıkla cezalandırırken, bunca hatam ve eksik ibadetimle Cennet’i hakedebilir miyim? Çok uzun düşünmeme gerek yok, bu halimle şu güzel insanlarla aynı yerde yaşamayı bile haketmiyorum. Ama Allah affedip lutfuyla beni Cennet’ine koyarsa ne kadar çok sevinirim. Aynen öyle de, bizden daha fazla günah işleyen insanların da affedilip Cennet’e girebilmeleri için dua edebilmek çok merhametli olanların özelliğiymiş. Bu konulardan bahsederken Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” buyurduğu geldi aklıma. Eğer biz başkalarına merhamet etmeyi bilmezsek, hangi yüzle Allah’tan merhamet dileneceğiz?

 Bu arada, merhamet ederken insanların düşmesi muhtemel bir hatadan da bahsetti Ayyüzlü. Bazen insan merhamet hususunda dengeyi kaçırıp insanların başlarına gelen ve görünüşte kötü olan hadiselerde Allah’ın merhametini sorgulayabiliyormuş.

Açe’deki kardeşlerimi düşününce ben de onlar için çok üzülüyorum. Allah’ın ne kadar çok merhametli olduğunu bilsem bile yine de anlayamıyordum onların neden böyle bir imtihana tabi tutulduklarını. Meğerse, böyle bir sorgulamada insan birden -hâşâ- sanki kendisi Allah’tan daha merhametliymiş gibi bir tavır takınabiliyormuş. Öğrendim ki, Tsunami ve deprem gibi afetlerde küçük yaşta ölen kardeşlerimiz doğrudan Cennet’e uçuyorlarmış. Yok olan eşyaları da sadaka yerine geçip onlara ahiret için sevap olarak yazılıyormuş. Allah o kadar merhametli ki, Kendisine ait olan ve emanet olarak verdiği şeyleri geri alırken bile karşılıksız almıyor. Bu dünyada bir süre çekilen sıkıntılara sabredince insan sonsuz bir mükafatla karşılık görüyor.

Bakıyoruz ama Görüyor muyuz?

Bir de Ayyüzlü’nün bahsettiği bir konu çok ilgimi çekti: Her an çevremizde olan ama kıymetlerini anlayamadığımız ve bu sebeple de sürekli bazı şeylerden şikayet ettiğimiz gerçeği. Bütün nimetler bize bedava verilmiş ve maddi bir bedel istenmemiş. Mesela, gözlerimiz ve görme kabiliyetimiz karşılığında ne verdik ki? Görmek bizim için sıradan bir şey haline geldiğinden dolayı onun kıymetini de bilemiyoruz. Bir dergide kör birisinin duygularını dile getirmişler ve kendisine üç günlük görme hakkı tanınsa bunu nerelerde kullanmak isteyeceğini sormuşlar. O da; “Eğer üç günlüğüne de olsa görebilseydim; ilk gün anneciğimin gül yüzünü seyrederdim; ikinci gün, hep seslerini duyduğum akraba ve arkadaşlarımın çok merak ettiğim güzel simalarına bakardım; üçüncü gün ise, burç burç semayı ve yemyeşil ovaları, ağaçları ve çiçeklerı, kuzuları ve kuşları doya doya görmek isterdim.” diyor. Görüyorsunuz ya, insan nimetler elindeyken farkedemiyor onların değerini. Benim bugüne kadar kaç bin günüm oldu, ama onun gibi anlayabildiğimi zannetmiyorum görmenin kıymetini.

Ayyüzlü sözlerinin devamında hayvanların eşyayı okuyamadığını, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliğin her varlıkta Allah’ın isimlerini okuyabilme kabiliyeti olduğunu söyledi. “Allahu Teâlâ’nın Peygamberimize ilk gönderdiği ayet de “Oku” emriyle başlar, keşke okuyabilseydik!” dedi; sonra da büyük bir tevazuyla o cümleden bizi çıkarıp sadece kendisini kastederek “Keşke okuyabilseydim” diye sözünü değiştirdi.

Onun gibi Allah dostları da okuyamıyorsa bizim halimize ne demeli? Ben, bazen tefekkür oyunuyla anlamaya çalışıyorum kainattaki hareketliliğin manasını ama bu kadarcık bilgimle okumakta yetersiz kalıyorum, heceliyorum tek kelimeyle. Olsun, hecelemek bir başlangıçtır; kainattaki her varlığın Allah’ı gösteren bir harf ya da kelime olduğunu biliyorum ya, bu da az şey değildir. O harf ve kelimelerin varlığını ruhlarımıza duyuran Rabbimiz bir gün onların manalarını anlamayı da nasip eder.

Dualarınızda benim adımı anmayı da unutmayın olur mu?

Gördünüz mü, ne kadar da bencilim. Dualarınızda anılmak tabii ki benim için büyük bir lütuf olur; ama önce “Ayyüzlü’ye dua edin; edin ki Allah ona sağlık, sıhhat ve afiyet versin” demeli değil miydim?..


Arkadaşınız Talip Rıza 🙂