Zikir ve Aksiyon

Zikir ve Aksiyon
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Efendim, siz bir taraftan, câmi’ bir dua
kitabı olan Mecmuatu’l-Ahzâb’ı nazara veriyor, sürekli
evrâd u ezkâra teşvik ediyorsunuz; diğer taraftan
da, günümüzde Rabbimizi bütün gönüllere duyurmanın,
vatana ve millete hizmet düşünceli aksiyonun, şahsî
ubûdiyetin önüne geçtiğini ifade buyuruyorsunuz. Bu
iki hususu nasıl anlamalı ve nasıl değerlendirmeliyiz?

Cevap: Dinî vazifelerimiz arasında
mutlaka yapmamız gerekli olan şeyler vardır. Bazen
bunlardan biri öne çıksa da, bu, diğerlerinin terkedilirliği
manasına gelmez. Fakat bazen, zamanın ve şartların
durumuna, insanların dinî emirler karşısındaki tavırlarına
göre, Enbiya-i İzam ve sonra da sahabe efendilerimizden
başlayarak her devrin mürşidleri, belli konuların
üzerinde daha fazla durur; o mevzuları her fırsatta
hatırlatırlar. Bir mesele hakkında o kadar çok hatırlatma
ve tavsiyelerde bulunur; onun üzerine öyle hassasiyetle
titrerler ki, zannedersiniz, bir tek o mesele önemli,
onun dışındaki hususlar talî şeyler. Mesela, namazda
tekâsül olduğu, insanların namaza karşı bir bıkkınlık
ve tembellik tavrı sergilediği bir dönemde hakiki
mürşidler, “Namaz kılmayanın işi bitmiştir, onun diğer
ibadet ve iyilikleri de beyhûdedir.” derler. Namaza
şiddetle vurgu yapar, onun üzerinde ısrarla dururlar.
Ama bu, kat’iyen “oruç olmasa da olur, zekat verilmese
ve hacca gidilmese de olur.” manasına gelmez.

Bu ibadetlerin hepsi farzdır, dinde
hepsinin ayrı bir yeri vardır. Emr-i bi’l ma’ruf,
nehy-i ani’l münker vazifesi de, din-i mübîn-i İslam’a
hizmet de bir farzdır ve onun da kendine göre bir
yeri vardır. Normal şart ve zamanlarda, bu ibadetlerin
bazıları bazılarından üstündür. Mesela, Sahabe efendilerimiz,
namazı, imandan sonraki en önemli bir esas kabul etmiş
ve onu gâye ölçüsünde bir vesile seviyesinde görmüşlerdir.
Ona, mü’minin miracı nazarıyla bakmışlardır. “İnsan
ile küfür arasında sadece namaz ya da namazı terk
vardır.” demişlerdir.. evet, onlara göre, küfürle
insan arasındaki biricik perde, namazın kılınması
veya kılınmamasıdır. Namaz kılınmazsa, o perde kalkar
aradan.. insanın öbür tarafa, tehlikeli bölgeye geçmiş
olma ihtimali hasıl olur. Düşmüş ve kapaklanmış olma
ihtimali belirir. İşte namaz o kadar önemlidir.

Hatta hem onlar ve hem de Üstad’ın talebelerine
kadar daha sonraki devirlerde yaşayan hassas ruhlar,
namazın mükemmilâtından (tamamlayıcı unsurlarından)
sayılan “namazı cemaatle kılma” hususunda büyük bir
titizlikle durmuşlardır. Cemaatle namaz kılmaya, “farz”
ya da “farz-ı ayn” demişler, çok az bir kısmı da “en
azından vaciptir” hükmünü vermişlerdir. Bu meselede
en esnek davrananlar Hanefiler olmuş, onlar da “Sünnet-i
müekkededir” demişlerdir. Ahmed bin Hanbel Hazretleri’nin
mezhebinin imamlarından bazıları, cemaatı namazın
rüknü olarak görmüşlerdir. Yani, onlara göre, cemaatle
kılınmayan namaz, namaz değildir.

İstidradî olarak ifade etmeliyim ki,
onca fukahânın böylesine önemli gördüğü “namazı cemaatle
kılmak” meselesinde de çok hassas olunması, bu hususun
üzerinde ısrarla durulması icab eder. Kitap ve Sünnet’i
çok iyi bilen, İcma’ ve Kıyasın kurallarına vakıf
olan insanların, dinin herhangi bir emriyle alakalı
söyledikleri “bu çok önemlidir, bu olmazsa olmaz”
sözü kulak ardı edilebilecek bir ifade değildir. Onu
kulak ardı eden, zamanla kulak ardı edilmemesi lazım
gelen daha pek çok şeyi hafife alıp gözmezlikten gelebilir.
Cemaat en azından, usulüddin prensipleri açısından
tamamlayıcı ve namazı daha güzel eda etmeye yardımcı
bir unsurdur. Ayrıca cemaat halinde yapılan vazife,
ferden ferdâ yerine getirilen bir vazifeden on kat
daha üstündür; bir de, toplu eda edilen vazife namaz
ise, o, yalnız kılınandan yirmiyedi derece daha faziletlidir.

Zekat, oruç ve hac gibi diğer ibadetler hakkında
da teşvik ifade eden pek çok söz zikretmek mümkündür.
Çünkü, her bir ibadetin dinde bir kıymeti ve yeri
vardır. Birinin çok kıymetli olması diğerinin değersiz
ve kıymetsiz olduğu manasına gelmemektedir. Yani,
her şeyden önce ibadetlerin belli çerçeveleri vardır.
O çerçeveler içinde biri daha üstün, tercihe şâyân
ve daha faziletli olabilir. Ama yer yer bunlardan
diğeri bir öncekinin önüne geçebilir. Mesela, yazın
kavurucu sıcağında oruç tuttuğumuz dönemler olmuştur.
O dönemde tutulan oruçlar çok zor gelmiştir nefislere.
Maden ocaklarında ya da fabrikalarda ateş karşısında
çalışan ama imanın verdiği güçle orucunu aksatmayan
insanlara, oruç, bir ay da olsa, çok zor gelebilir.
İşte, öyle bir dönemde ve o türlü şartlarda çalışan
insanlar namazı zaten kılıyorlarsa, onlara oruçla
alakalı çok ciddi teşviklerde bulunmak lazım gelir.
Namazı nasıl olsa kılan bu insanların zor şartlardan
dolayı orucu terketmemeleri için tahşidat yapmak icab
eder.

İşte, zannediyorum, bugün Türkiye’deki insanların
yüzde seksenbeşi oruç tutuyordur. Fakat, namaz kılanların
aynı nisbette olduğu söylenemez. Cuma’ya ve bayram
namazına gidenler belki yüzde doksanlara varıyordur
ama beş vakit namazın o ölçüde kılındığını sanmıyorum.
Öyleyse, namazın ehemmiyetini sık sık anlatmak, insanları
ona teşvik etmek lazımdır. Fakat, bir de, emr-i bi’l
ma’ruf, nehy-i ani’l münker vazifesini ele alacak
olursak, sizin de bildiğiniz, gördüğünüz ve takdir
ettiğiniz gibi, İlahiyatlarda ve İmam Hatiplerde bile
gereğince eda edilmiyor bu vazife.

Eğitimden beklenen gâye

Arkadaşlara bir iki defa sordum: “Hocalarınız size,
bir kere olsun, “Arkadaşlar! Bizim okumadan maksadımız,
hakikatların gurub ettiği ufka gözleri takılıp kalmış,
bitevî şaşkınlık yaşayan ve yitik ülke Atlantis’in
yetim çocukları olan insanlığa dinimizin güzelliklerini
anlatmaktır.” dediler mi? Allah aşkına, “evet” deyin,
müsbet cevap verin; “evet” deyin, çünkü o zaman, ben
de ferahlayacak ve rahatlayacağım. Dediler mi bir
kerecik de olsa “Biz, bütün siyasi ve politik kavga
ve gâyelerden uzak kalarak, dinimizi sadece ve sadece
Allah’ın rızası için öğrenecek ve sonra da dünyevî
hiçbir beklentiye girmeden, gerekirse taş kırıp alnımızın
teriyle ekmeğimizi yiyecek, ama her halükârda O’nu
anlatacak, muhtaç sinelere Hazreti Muhammed’in kevser-misal
adını taşıyacağız!.. Hilkatimizin gâyesi Allah’ı tanımak
ve başkalarına tanıtıp sevdirmektir, varlığımızın
hikmeti budur; bunu yapmıyorsak yeryüzünde durmamızın,
nefes alıp vermemizin de bir mânâsı yoktur, yaşamamız
abestir; öyleyse gelin, abesle iştigal etmeyelim.”
dediler mi? Keşke ben, bu soruları sorarken müsbet
cevaplar alabilseydim!.. Ne olurdu keşke, “evet” sesleri
duysaydım!..

Eğer, emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünker vazifelilerinin
kaynağı olacak ocaklar da bile ateş bu kadar sönmüşse,
demek ki, bu mesele tamamen durmuş. Kaldı ki o okulların
arkasında koskocaman bir milletin himmeti vardı. Yani,
hayırsever ve civanmert insanlar, kapı kapı, fabrika
fabrika dolaştılar; adeta para dilendi ve İmam Hatip
yaptılar. Hiçbir fedakarlıktan geri kalmadılar. Şimdi,
milletin bu mevzudaki bu ciddi tehalükü karşısında
en azından oradaki talebeler ve hocalar, “Bu insanlar,
sadece maaş düşünen birileri olalım diye okutmadılar
bizi.. sadece kariyer düşünelim, kademe ve derece
arkasına düşelim diye okutmadılar. Yıkılmış din abidemizi
yeniden ikame etmemiz için okuttular; onurumuzu, İslam
dünyasının haysiyetini, milletimizin o eşsiz değerlerini
kurtarmamız için okuttular.” demeli ve ona göre hareket
etmeliydiler. Bu olmadı, denmesi gerekeni denmedi
ve yapılması gerekeni yapmadılar demeyeceğim. Böyle
bir düşünce su-i zan olur. Kim bilir, o mübarek müesseselerde
de ne yiğitler, ne dertli sineler ve nice i’lâ-yı
kelimetullah aşıkları vardır. Ne var ki, genelde,
olması gerektiği ölçüde bir tebliğ ve temsil şuuru
olduğunu ve bu şuurun bir aksiyona dönüştüğünü de
söyleyemeyeceğim.

Erzurumluların bir tabiri vardır; onlar, “çubuk geme
kondu” derler. Dövenin üzerine çıkan, dövene binen
insan çubuğunu oraya koyarsa, bu “artık çalışmıyorum,
bu işi yapmayacağım” demektir. İşte, bugün iyiliği
emretme ve çirkinliklerden sakındırma ya da bir başka
ifadeyle i’lâ-yı kelimetullah vazifesi mevzuunda da
çubuk geme konmuş ve her şey durmuştur. Öyleyse, şu
anda bu vazife çok önem arzetmektedir. Üstad Hazretleri,
bu vazife için, şöyle-böyle yapıldığı dönemde bile
“farzlar üstü farzdır” diyor, “farz der farz” tabiriyle
ifade ediyor. Dolayısıyla, günümüzde, emr-i bi’lma’ruf,
nehy-i ani’lmünker vazifesi çok önem kazanmış ve çok
öne çıkmıştır.

Emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünker, daha önce de
ifade ettiğim gibi, iyiliği, doğruluğu, Cenâb-ı Hakk’ın
emirlerini anlatmak ve eğri olan şeylerden, kötülük
ve çirkinliklerden insanları vaz geçirmek demektir.
Bu rükun yerine getirilmezse din binasının bir direği
yıkılmış olur.. Zira, dinin ayakta durabilmesi için
iki esasın toplum içinde daima canlı tutulması lazımdır.
Bu iki esastan birincisi, emr-i bi’lma’ruf, nehy-i
ani’lmünkerdir. Diğeri ise, rekâik okumaktır; yani,
kalbi yumuşatacak, gözün yaşarmasına sebep olacak
konuları, öldükten sonra dirilmeyle, insanın Cenâb-ı
Hak’la münasebetiyle ve zühd mülahazasıyla ilgili
mevzuları mütalaa etmektir. Selef-i salihîn rekâikle
sürekli meşgul olurdu.. onlar emr-i bi’lma’ruf teşviki
yapma ihtiyacı duymuyorlardı; çünkü, emr-i bi’lma’ruf,
neh-yi ani’lmünker adına zaten ciddi bir metafizik
gerilim içindeydiler. Hadisleri rivayet eden insanların
hayatlarıyla alakalı malumat bulabileceğiniz rical
kitaplarına bir göz atsanız, kendisini i’lâ-yı kelimetullah’a
bir aşk derecesinde bağlamış insanlar görürsünüz.
Mesela, Abdurrrahman b. Mûl Ebu Osman en-Nehdi bunlardan
biridir. Tamamını birden sırtında taşıyabileceği kadarcık
bir mala sahip.. şehir şehir dolaşıyor. Bir yere çardağını
kurup ibadet ü tâatıyla meşgul oluyor; evrâd ü ezkârını
okuyor, ayetlerin tefsirini yapıyor, hadis-i şerifleri
rivayet ediyor ve halkı irşad görevinde bulunuyor.
O, bu salihâtla meşgulken, bir emir geliyor, falan
yerde cihad olacağı haber veriliyor. Çardağını söküyor,
bağlıyor atının sırtına, sürüyor mücahede meydanına..
o vazifesini tamamlar tamamlamaz da tekrar bir başka
beldenin yolunu tutuyor; bir kere daha çardağını kurup
i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin ayrı bir yönünü eda
etmeye koyuluyor.

O’nun adıyla oturup kalkmak

Selefi salihîn arasında, gerçekten çok ciddi şekilde,
rekâike tevcih gayreti vardı; zühd mülahazasını yerleştirme,
kalbin zümrüt tepelerinin eteklerinde dolaşma, sonra
o zümrütten yamaçlara tırmanma ve nihayet o tepenin
zirvelerine ulaşma; Üstad’ın yaklaşımıyla, insanları
hayvaniyetten çıkarma, cismâniyetten kurtarma, kalb
ve ruhun derece-i hayat seviyesine yükseltme gayreti
vardı. Hatta onlar arasında yaşayan öyle kalb, muhasebe,
murakabe ve haşyet insanlarından bahsedilmektedir
ki, ötelere ait bir mesele okurken korkudan kalbleri
duruvermiştir. Mesela, Abdullah b. Vehb, kıyametin
yüreklere ürperti salan sahnelerini okuduğu bir anda
kalbi havf ve haşyetle dolmuş, hıçkırığa tutulmuş,
kendinden geçmiş, kollarına girip evine götürdükleri
zaman korkudan dolayı kalbinin durduğunu görmüşlerdi.
Ebu Osman en-Nehdî bayılana kadar namaz kılıyor, bazen
okuduğu ayetlerin tesiriyle bayılıp düşüyordu. İnsanlar
o kadar hüşyar ve yürekler de öyle titrekti.

İşte, namaz, oruç, hac gibi ibdetlerin de, emr-i
bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünkerin de kendilerine göre
ayrı birer yeri vardır. Fakat, ibadetin ruhu ihlassa,
ibadet ü tâatın damarlarında dolaşan kan da zikirdir.
Zikir, hem lisân, hem kalb, hem beden ve hem de vicdanın
bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir
kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla,
bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâyla
gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını
okumak, O’nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki
âyât-ı tekvîniyesini manâyı harfiyle mırıldanmak;
acz u fakrı duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek..
evet, bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp
yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan
teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin
ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan
kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin
derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta
ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir.
Öyleyse asıl olan, lisana ait zikri ve bedenî zikir
diyebileceğimiz aksiyonu beraber götürmektir.

Ashâb-ı kiram ve selefi salîhin efendilerimiz zikrullahı
en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir.
Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle
Allah’ı anıyor, O’nun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı
sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, –teşbih caizse–
adeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi,
zikirle gönüller heyecanlanıyor, dört bir yanda yankılanan
evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu
insanların içinde. Gürül gürül Kur’an ve dua okuyor,
avaz avaz Allah’ı anıyorlardı. Onların bu halini gören
Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem), “Siz sesinizi
duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz;
sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin.” deme
lüzumunu hissetmişti.

İstidrâdî olarak bir hususu arzettikten sonra zikre
devam etmek istiyorum: Merhum Şâtıbî, İ’tisam’ında
gür sesle zikretme meselesini bid’at sayıyor. Zannediyorum,
o dönemde pek çok bid’at yapılıyordu. Bu sebeple o
da, bid’at saydığı şeylerin üzerine şiddetle gidiyordu.
Cenâb-ı Hak Şâtıbî’yi Firdevs’iyle sevindirsin, zira
o dine çok hizmet etmiş, bitevî beyin sancıları çekmiş,
miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Fakat,
muasırım olsaydı ben ona derdim ki, “A üstad, senin
yaşadığın dönemde, Endülüste eyalet eyalet üstüne,
künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim
hükümdarlar, müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve
sen müslümanlar arasında İslamî heyecan uyaracağına,
bid’atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O
gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün,
senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde
din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme
çok öne çıkmıştı. O gün de müslümanların hastalığı
ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara
karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek
meselelerle uğraştın.”

Eğer o mübarek zatın, Şâtıbî’nin ruhâniyeti benim
söylediğim bu şeylerden rahatsız olduysa Allah beni
bağışlasın, Cenâb-ı Hakkın binlerce mağfireti de onun
üzerine olsun. Fakat kafama takılan, çoktan beri zihnimi
meşgul eden bir meseleyi söylemiş oldum. Ben, onun
İ’tisam adlı kitabına takıldığımda, o mesele de benim
kafama takıldı. Evet, o devirde yazılacak şey başkaydı;
o gün, insanlarda İslamî heyecanı uyarmak, birlik
ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve elele
İslam dünyasının maddî-mânevî yükselmesine çalışmaktı.
Ne var ki, öyle pek çok devirde olduğu gibi, aslı
ve temeli dinde olan meselelerde teferruata ait şekillendirme
mevzuuyla uğraşılmış ve dolayısıyla da çok şey ihmale
uğramıştı.

Evet, sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde
hak dostları zikrullahı, damarlarda dolaşan kan gibi
kabul etmiş, değişik yollarla Allah’ı anmamayı kan
yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle
beslenmişlerdir. Mesela, Hazreti Ali Efendimiz der
ki, “Ben Rasulullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi
duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terketmedim.”
Hazreti Ali için, belki de hayatının en önemli, en
ciddi gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi,
Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi
Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı,
onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini
terketmedin mi?” diye sorunca Hazreti Ali’nin cevabı,
“O gece bile terketmedim.” şeklinde olmuştur.

Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda,
evde, sokakta, cami de ve hatta harp meydanlarında
Allah anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil
ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâdediliyordu.
Zikrullah, oruç tutarken de, zekat verirken de ihmal
edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu..
Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına
benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de
Kurban bayramında yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri
ilan etme manasına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah,
hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi;
bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı; bugün de onsuz
olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la irtibatımızı
kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terkedilmesi
bizde ciddi bir zaaf meydana getirir. Allah’la münasebetlerimizde
bir gevşeme hasıl eder, hafizanallah.

Üstad ve Evrâd u Ezkâr

Üstad Hazretleri de, onca mücadelesi ve meşgalesine
rağmen evrâd u ezkâr mevzuunda hiç mi hiç kusur etmemişti.
Mecmuatü’l-Ahzab’ı onbeş günde bir hatmediyordu. Kitabının
kenarlarına notlar düşmüş, “Ben bu duayı böyle anlıyorum,
şunu da şöyle anlıyorum..” kayıtları koymuş. Vakıa,
zikri umumî manada ele aldığımızda Kur’an okumak,
hadis-i şeriflerle meşgul olmak ve tevhidden bahsetmesi
itibarıyla Risaleleri müzakere ve mütalaa etmenin
de bir zikrullah olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, o
tür eserleri okurken de, Cenâb-ı Hakk’ı, icraatıyla,
tasarrufât-ı Sübhâniyesiyle kalben ve rûhen yâd ediyoruz.
Ama Üstad Hazretleri, zikre hiç doyamamış; her fırsatı
Allah’ı anma adına çok iyi değerlendirmiş. Zikri,
Risalelerin içine, başka mevzuların arasına içirmiş.
Sürekli Rahman u Rahîm’i hatırlatmış, zikrullahı nazara
vermiş; diğer ibadetler ve salih ameller kendi çerçeveleri
içinde eda edilirken, Allah’ı anmada da kusur yapılmaması
lazım geldiğini anlatmış. Hayatını, Cevşen, Celcelûtiye,
evrâd u kutsiye-i Şah-ı Nakşibendiye, Münacâtü’l-Kur’an,
Tahmîdiye ve Sekîne gibi atkılar üzerinde örgülemiş.

Ümit ediyorum, bugünün âbid ve zâhidleri de zikre
çok önem veriyor ve onu artırma, Allah’ı daha çok
anma yolları arıyorlardır. Fakat, biz onu ne kadar
anarsak analım, ibadetlerimiz ne kadar çok olursa
olsun, zikrin hakkını vermiş olamayız. Bundan dolayıdır
ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) günün dörtte
birini kendisine salât u selam okumaya ayıran bir
zatı istihsan buyuruyor; ama yine de “artırsan daha
iyi olur.” diyor. Günün yarısını salât u selam ayırdığında
yine “artırsan” diyor ve günün içte ikisini zikre
ayırıp salavât okumuş olarak huzur-u Risalet penahiye
gelince “çok iyi de, artırsan daha iyi olur.” buyuruyor.
Efendimiz her defasında “hel min mezîd – daha yok
mu?” diyor; çünkü, -Üstad’ın ifdesiyle- O’na ulaşmada
en önemli vesilelerden biri, “Bismillahirrahmânirrahîm”,
diğeri de Allah Rasulü’ne salât ü selam okumaktır.
Geçenlerde, bir arkadaşımız da rüyasında, salât u
selamların, hey’etin üzerine gelen bombardıman ve
kurşun yağmurlarını bozguna uğrattığını görmüştü.

Fakat maalesef, evrâd u ezkâr mevzuudaki farklı düşüncelerde
bir çarpıklık görüyorum. “Biz milletimize hizmet ediyoruz,
insanlara Allah’ı anlatıyoruz, yol kaçkınlarını hidayete
çağırıyoruz.. evrâd u ezkârda kusur etsek de, bazen
okumasak da olur..” şeklindeki mülahazaların bir kuruntu
ve şeytan fısıltısı olduğunu düşünüyorum. Hayır, yapıp
ettiklerinize güvenip evrâd u ezkârınızda kusur ederseniz,
işte o zaman en büyük kusuru yapmış olursunuz. Eğer,
çağırdığınız davaya yürekten bağlıysanız, o dava sizin
içinizde mağmalar gibi köpürmeli ve size, güle aşık
bülbül gibi aşk besteleri söyletmeli değil midir?
Seherler sizin Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbet türkülerinizi
dinlemeli değil midir?

Hiçbirimiz, Üstad’dan daha ileri bir seviyede hak
ve hakikatı anlatma, i’lâ-yı kelimetullah da bulunma
gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye
hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip
değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin
yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir.
En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih
etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe
yetiştirmiş, ehli dünya ile yaka-paça olmuş, hapishanelerde
gezmiş-dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır.
Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, gözkamaştıran
bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış
bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evradlarını
asla terk etmemiştir. Hattâ bir Ramazan-ı Şerif’te
pek şiddetli hastalıkta, altı gün birşey yemeden savm-ı
visal tutmuş ama ubudiyetteki mücahedesinden vazgeçmemiştir.
Komşuları her zaman derlermiş ki: "Biz, sizin
Üstadınızı sekiz sene boyunca yaz ve kış gecelerinde
hep aynı vakitlerde kalkıp sabaha kadar hazin ve muhrik
sadasiyle münâcat okuyorken görür, onun mahzun sesini
dinler; böyle fasılasız ve devamlı mücahedesine hayretler
içinde kalırdık."

Üstad, bir taraftan, sabahlara kadar bülbüller gibi
sevda besteleri dinletmiş dörtbir yana. Diğer taraftan
da, “Bu gece evrâd okurken aklıma şöyle bir şey geldi..
Ben böyle sesli, açıktan açığa okuyorum.. dedim ki
acaba başkaları sesimi duyuyorsa, bu okumama riya
girer mi?..” gibi mülahazalarla dolmuş boşalmış, bu
endişesine cevaplar aramış ve neticede şöyle demiş:
“Şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları,
ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm
İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar.
Sâir nafilelerin gizli yapılanı çok sevaplı olduğu
halde, şeâire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında
ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren adet ve ibadetleri
açıktan yapmak ve böyle büyük kebâir içinde, haramları
terkedip takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından
pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.”

Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece
evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde
de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz’in
(sallallahu aleyhi vesellem) bu asırdaki bir izdüşümü
gibi davranmıştır. Hani, Allah Rasulü’nü, aile riyaseti
durumunda gördüğümüz zaman, “Bu insan sadece bu iş
için yaratılımış.” deriz; çünkü O, bir eş ya da bir
baba olmanın hakkını kusursuz eda eden eşsiz bir aile
reisidir. Fakat, O’nu talim ve irşad vazifesi başında
görünce de “Hayır, O’nun işi irşaddır.” diyeceğimiz
kadar o meselede de aşkın olduğunu görürüz. O’nu ordusunun
başında gördüğümüz zaman vazifesinin sadece askerlik
olduğu zehabına kapılırız. Hele bir de dua atmosferli
dünyasına girersek “Efendimiz bütün ömrünü adeta duaya
vermiş, duadan başka hiçbir şey söylememiş.” deriz.
O diğer üstünlüklerinin ötesinde bir dua insanıdır.
Peygamber mesleğinin arkadan gelen şehsüvarları da
bu hususta ona benzemişlerdir, bundan sonrakiler de
mutlaka Dua İnsanı’na benzemek zorundadır.

Öyleyse, duaya karşı gevşek davrananlar, tembel ve
kendini miskinliğe salmış kimselerdir. Öylelerinin
başkalarına müessir olması da düşünülemez. Müessiriyet
Allah’la irtibatın sıkı ve sıcak olması ölçüsünde
müyesser olur. Duasızlar ve Cenâb-ı Hak’la ciddi bir
irtibatı olmayanlar, çok şey yaparlar; fakat yaptıkları
şeylerin bereketi olmaz. İşe bereket katacak yegâne
iksir, Allah’la münasebetin sıcaklığı ve derinliğidir.
Her an Onu anma.. ömrün her karesini O’na ait hatıra
ve O’na yükselen yakarışlarla doldurma çok önemlidir.

Hasılı, zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün
özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra da, Peygamber
Efendimizden sâdır olan nurlu sözler gelir. Kitap,
sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, en çok zikrullaha
tergîb ve teşvîk yapılmıştır. Namazdan cihada kadar
o, her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir. Ancak,
herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerindeki
te’siri ölçüsündedir. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak
bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da
vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derûnlarındaki
nokta-i istinât ve nokta-i istimdât sayesinde sürekli
maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni
anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibarıyla cehalettir,
“Allah biliyor ki, ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak
da ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!” sözü de
bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek
için sadır olmuştur.

İşte öyle arzu ediyorum ki, mü’minler arasında yeniden
bir zikr ü fikir mülahazası canlansın, gelişsin..
bu devirde i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin bütün
vazifelerden önde olduğu; ama bu vazifenin, Allah’ı
sürekli anmadan, O’na sığınmadan ve hergün bir kere
daha evrâd u ezkârla dolmadan yapılamayacağı bilinsin..
gönüllerimizde bir kere daha zikir heyecanı uyansın..
ve sırlı bir yolculuktan sonra herkes “huzur-u kalb”
ufkuna ulaşsın…