Ufkumu tutan tek şey, biricik sevdam…

Ufkumu tutan tek şey, biricik sevdam…
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

İnsan, Cenâb-ı Allah’a her zaman muhtaçtır
. O’nun nimetlerine muhtaç olmasından daha çok inâyet
(yardım, ihsan) ve riayetine (koruyup gözetmesine)
muhtaçtır. Hava, su ve yiyecek gibi şeylere muhtaç
olan insanoğlunun bu maddî nimetlerden daha fazla
kalb ve ruh istikametinde beslenmeye ihtiyacı vardır.
Ve samimi bir kul, Rabbinden sürekli kalb ve ruh istikameti
istemelidir.

Bir kulun “Nasıl olsa çizgiyi bir kere tutturdum…”
düşüncesi ve tavrı içine girmesi, sanki bir yerden
sonra Allah Teâlâ’ya ihtiyacı yokmuş manasına gelir.
Bu tavır hiçbir zaman içine düşülmemesi gereken bir
yanlışlıktır ve neticesi de ilhaddır (inanç bozukluğudur).
Oysa herşey, her zaman O’na muhtaçtır. İnsan, senelerce
ibadet ü tâat yapsa da bunlar onun ruhunda istikamet
sağlayıcı bir hale bürünmeyebilir. Herşeye rağmen
ona düşen yine her söz, tavır ve davranışıyla Cenâb-ı
Hakk’a sığınmak, O’ndan ihlas ve istikâmet istemektir.

Bu konuda çok samimi ve yürekten olmak gerekir. İnsan
altmış-yetmiş yaşında olsa ve o zamana kadar imrenilecek
bir hayat ortaya koymuş bulunsa, yine de yanlışlıklara
düşebilir, hata yapabilir. Öyleyse inanan bir gönül
canını ortaya koyarcasına, gönülden Cenab-ı Hakk’a
teveccüh etmeli, “Ya Rab, beni hidayetinden bir lahza
ayırma.. sözüm, davranışım, konuşmam, el-ayak hareketlerim
ve hatta mimiklerimle -küçük de olsa- bir yanlışlığın
içine düşürme.. bir dakikalık inhirafa düşeceksem
emanetini hemen al.” diyecek kadar candan olmalı.
Mesela; sesli Kur’ân-ı Kerim okuyor.. samimi ve riyasız
başladı.. fakat bir aralık “dışardakiler de duysalar
iyi olur” düşüncesi aklından geçti.. yüreği varsa
sesini hemen kesmeli, “münafık” demeli kendi kendine,
başını yere koymalı ve istiğfar etmeli.. küllî bir
ibadetin içine ufak bir kırıklık ve azıcık bir yön
değişikliği dahi sokmamalı.. Çünkü ibadet ü tâat sadece
Allah için edâ edilir. Ve elden geldiğince -hususiyle
farzlar dışındaki ibadetler- hiç kimseye gösterilmez,
hiç kimseye duyurulmaz. Tabii halde yaparken bazıları
duyarsa, bu durum o kulu alakadar etmez. Fakat o yine
“keşke duymasalardı” der.

İstikamet üzere yaşama ve yanlışlıklara düşmeme hususunda
bir muztar (bütün bütün çaresiz kalmış bir insan)
gibi dua etmeli ve Allah’a sığınmalıdır. İbadet ederken
de muztar edasıyla ibadet etmek gerekir. Hani, Lemalar’da
okuyoruz; Hz. Yunus (aleyhisselâm) denize atılıp büyük
bir balık onu yutunca, fırtınalı bir deniz ortasında,
karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette
kalıyor. Esbab tamamen sükut ediyor. Gece, deniz ve
balık O’nun aleyhine ittifak edince bu üçünü birden
emrine musahhar edip, kendisini sahil-i selamete çıkarabilecek
yegâne Zat’a sesleniyor. Müsebbib’ül-esbâb’dan başka
bir melce’ olmadığını ayne’l-yakîn gördüğü ve O’na
sığındığı an, Nur-u Tevhîd içinde Sırr-ı Ehadiyet
inkişaf ediyor. İşte, aynen öyle de, samimi bir kul,
etrafındaki hiçbir şeyin kendisinin derdine derman
olamayacağı ve imdadına koşamayacağı duygusuyla “Allah”
demeli ve O’na yönelmelidir. O hal üzereyken “Allah”
demede başka hiçbir garaz yoktur. Herşeyden ümit kesen
insanın, açık bulacağını ümit ettiği o tek kapıya
yönelmesiyle Nur-u Tevhid içinde Ehadiyet sırrı onun
için de açılacaktır.

Zaten Kur’ân-ı Kerim, bütün haşmetiyle bu hakikatı
ilan ediyor: “… Muztar dua ettiği zaman, duasına
icabet eden kimdir? O duayı kabul eden onun arzusunu
is’af eden (yerine getiren) kimdir? Belâya dûçar olduğu
zaman, o belâyı bertaraf eden kimdir?” diyor. Kendi
hatıralarınıza dönüp bakar, darda kaldığınız pek çok
defa “Rabbim” dediğinizde imdadınıza koşulduğunu hatırlarsanız
bu soruya bütün gönlünüzle siz cevap verecek ve "Allah"
diyeceksiniz.

Evet, insan sürekli kendini kontrol etmeli, eksik
ve hatalarını görüp onları düzeltme hususunda kendi
niyet, azim ve gayretinden öte Allah’a güvenmeli,
O’na itimat etmeli.. ve katiyen unutmamalı ki; bir
işin içine ne kadar başkalarının mülâhazası girerse,
o kadar Allah rızası düşüncesi delinmiş ve yırtılmış
olur.

Temkinli yaşamalı insan.. ayaklarının sağlam bir
zemin üzerinde olduğu, kulluk yolunda rahat yürüyebildiği,
şeytanın ona tesir edemeyeceği.. şeklindeki bütün
düşünceleri “Hayır, bunlar öyle görünüyor olabilir;
fakat her an o zemin çökebilir; her lâhza ayaklarım
beni yolda koyabilir; şeytan bir yerden yolunu bulup
duygularımı kirletebilir..” türünden temkin ifadeleriyle
ta’dil etmeli. Meselâ, az önce de ifade ettiğim gibi,
gece karanlığında, bir binada tek başına “Ya Rabbi”
deyip ağladığı anda bile “Belki birazdan birisi kapıdan
içeri girer de beni duyar, ‘şu adamın ihlâsına bak!’
der” gibi bir duyguya kapılmışsa insan, o an duasını,
ağlamasını kesmeli; riya ile o temiz sayfayı kirleteceğine,
onun bir kısmını eksik bırakmalı. Nitekim, seleflerimizin
hayatına bakarsanız bu ölçüyü gösteren pek çok misal
görürsünüz. Meselâ, İbrahim b. Yezid En-Nehaî, Kur’an
okuduğu bir sırada kapısı çalınınca önce Kur’an-ı
Kerim’i rafa kaldırıyor ve sonra kapıyı açıyor.. ev
halkı neden öyle yaptığını sorunca da “Beni o halde
görürlerse her zaman Kuran okuyorum zannederler.”
diyor ve öyle bir görüntüyü riya kabul ediyor.

Bu kadar hassasiyetin bir vehim ve vesvese olabileceği
de akla gelebilir. Fakat halis bir mü’mine yakışan,
sadece Allah’ın rızasını gözeterek amel etmeyi namus
meselesi bilmesidir.. Allah’a ve ahirete inanan bir
insan, ibadet ü taatı Allah’a tahsis etme hususunda
vesvese derecesinde hassas davranmalı, bunu bir namus
meselesi olarak telakkî etmelidir. En iyi söz söylediği
zaman bile, eğer içine riya ve dolayısıyla şirk ifade
eden söz ve davranışlar bulaşıyorsa, konuşmasını hemen
kesmesini bilmelidir. Kaleminden Hz. Davud’un mezamiri
gibi enfes mısralar döküldüğü bir sırada dahi, eğer
niyetinde bir kirlenme görüyorsa kalemini anında kırmalıdır..
kırmalıdır çünkü o ebediyete talip olmuştur.. ebedî
bir hayata talip olanın da bu hedef uğruna ömür boyu
duygu ve düşüncelerini temiz tutmaya çalışması gerekir.

Zaten şu kısacık ömrümüzde, şahsımızın bilinmesi,
iyi olarak tanınması ve böylece bize hürmet edilmesi
şeklinde gayeler taşımak ya da dünya nimetlerinden
istifade etme türünden bazı sevdalar ardına düşmek
Rabb’e karşı çok büyük bir ayıptır. O’nu anlatmak
ve dinimizin i’lâsına çalışmak gibi bir kulluk vazifemiz
varken dünyevî başka hedefler edinmek Allah’a karşı
vefasızlıktır.

Kendi adıma da, makam-mansıp sevdasına kapılmaktan,
iyi olarak bilinip tanınmaya kadar her türlü dünyevî
isteği Rabbime, Efendime ve dinime karşı vefasızlık
kabul ediyorum. Millet olarak, zaman içinde kendimizi
yenilemek, daha parlak bir görüntü sergilemek, hususiyle
de son bin senelik müktesebâtımızı, kültürümüzü tanımak,
tanıtmak ve dinimizi anlatmaktan başka hiçbir sevdam
olmasını istemiyorum. –Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhametinden
ümit etmekle beraber kendimi hiç ehil görmediğim–
Cennet, bütün güzellikleriyle ayaklarımın önüne serilse
de ben şu anki halet-i ruhiyem itibarıyla bunu da
istemiyorum. Bu sözümle –hâşâ– Cenneti küçümsediğim
veya meşru dairedeki dünyevî lezzet ve nimetlerin
dahi hiç istenmemesi gerektiğini kastettiğim zannedilmesin.
Ben gözümü-gönlümü dolduran bir sevdayı ifade etmeye
çalışıyorum. Dinime ve milletime hizmet duygusu bütün
bütün ufkumu kaplıyor.. bunun dışında başka hiçbir
şey düşünmüyorum. Hatta düşünmemin, istememin haram
olduğunu zannediyorum.

Bugünkü gibi, hayatımın her gününü sıkıntı, acı ve
ızdırap yudumlayarak; herbiri kalbimi durduracak büyüklükte
üç-dört defa şok yaşayarak; bir ilâcın tesiri bitmeden
bir diğerini almak zorunda kalarak geçirsem de ben
dünyevî lezzetleri, hatta Cennet’i değil, herşeye
rağmen dinime ve milletime hizmeti tercih ederim.
Uzun yaşamak değil benim muradım. Her geceyi “Bu gece
son gecemdir.” diye bekliyorum. Ama dünyaya bir “hizmet
diyarı” olduğu nazarıyla bakıyor ve hayatta kaldığım
müddetçe de bu bakışın gereğini yapmaya çalışıyorum.

Yıllar geçtikçe insanın
nefsi daha da kuvvetleniyor mu?

Nefis zamanla kuvvet kazanabilir. Zira, seneler geçtikçe
insanda bazı arzular, cismâniyete ait bir kısım istekler
belirir.. tûl-i emel, bedenî istekler, servet düşüncesi
ve mal-mülk hırsı başgösterir. Bütün bunlar bir de
ülfetle kuvvetlenir ve desteklenirse insan yenilebilir,
kayıp düşebilir.

Bu hisler belirdikçe insan bir yönüyle yerinde daha
sıkı durmaya çalışmalı. Dine ve millete hizmet gayesine
daha bir bağlanmalı. Cenâb-ı Hak, insanı hususi mahiyette
nerede sıyanet edecekse, o nokta aranmalı. Kur’an-ı
Kerim’de “Fezkürûnî ezkürküm-Siz Beni anın, Ben de
sizi anayım”, “İn tensuru’llâhe yensurküm-Allah’a
yardım eder, dinine arka çıkarsanız, O da size yardım
eder.” buyruluyor ve bir manada sıyanet-i ilâhiyeye
mazhar olma yolu gösteriliyor. O zaman insan duracağı
tabyaları çok iyi belirlemelidir. Yani, bu ilâhî ahdi
görmeli ve “Demek ki, ben O’nu anlatma konumunda olmalıyım.
O konumun hakkını vermeliyim. Duruşumu sık sık gözden
geçirmeli, kendimi sağlama almalıyım.” demelidir.
Bir taraftan insan benliğinde bazı hisler gelişirken
ve düşmanın taaruz yollarını çoğaltması söz konusu
iken, o olduğu yerde kalırsa elbette yenik düşer.
İnsanın da o istikamette gelişmesi lazımdır. İmanı
sırf delillere dayalı zihnî bir mefhum olarak algıladığı
dönemlerde insana sadece “inandım” demesi yetebilir.
Fakat, daha sonra bu itirafı ve bilgiyi kalbe maletme,
tabiatının bir yanı haline getirme, yani yeme-içme,
yatma ve istirahat etme gibi tabiatının bir buudu
haline getirme şarttır. İnsan, yemek yemediğinde rahatsızlandığı
gibi ibadet etmediğinde de huzursuzluk duyacak kadar
bunları tabiat haline getirmezse, daha sonraki “ülfet
dönemi”nde ayakta duramaz, devrilir.

Bu açıdan -her fırsatta arzediyorum- dünkü inancımız
Şah-ı Geylânî’nin imanı seviyesinde olsa da, o bugün
yetmeyebilir. Bugün yeni baştan, bir kere daha ilim,
idrak ve anlayış ufkumuza göre Allah’a olan imanımızı
yenilememiz gerekir. Her gün âyât-ı tekvîniye ve teşrîiyeyi
sürekli gözden geçirerek imanımızı yenileme mecburiyetindeyiz.
Sürekli araştırmalı; aklımızın ermediği şeyler üzerinde
“Burada bir hikmet vardır.” mülâhazasıyla ısrarla
durmalıyız. Bediüzzaman’ın haline bakın, diyor ki;
“Rahîm-i Zülcemâlin bağıstan-ı kereminden, mucizâtının
salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki
parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan
salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın
danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim:
Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su
verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını
emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki,
bazen az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi
yapanın, herşeye kâdir olması lâzım gelir.”

Bu düşünceler, ilme’l-yakînin bir mertebesidir. Bir
noktada bu bize yetmeyebilir. Daha ileriye götürürüz
bunu, ilmî tahlillerin yapıldığı ortamda bunu tekrar
gözden geçiririz; bir de oradan yürürüz; orayı da
bir pist yapar bir de oradan yükseliriz. İlme’l-yakînin
âlî mertebesinde yeni bir açılım daha yaparız.. sonra
bir fırsatını bulunca bir kere daha.. bir kere daha..
sürekli yeniler dururuz kendimizi. Yoksa içinde bulunduğumuz
çevrede yenilenmeler yaşanıyor, düşünceler değişiyor,
ilim mantığı ve ilim felsefesi başkalaşıyorsa, ve
biz buna rağmen olduğumuz yerde kalıyorsak, şeytan
o yeni malzemeyi kullanır ve biz yenik düşeriz, -Allah
muhafaza- devriliriz.

Sürekli kendimizi yenileme, bu yenilemeyi yaparken
de kalbimizle beraber yürüme mecburiyetindeyiz. Kalbimizin,
aklımızdan bir adım geri kalmaması, hayatiyetini koruması
lâzım. Unutmamak icab eder ki; mantığı çok ileriye
gitmiş, muğalata ve diyalektik adamı olmuş bir insanın,
kalbi o ölçüde inkişaf etmemişse onun kuru mantık
ve diyalektiği kalbini yutmuş demektir.. kalbî hayatını
öldürmüş ve onu latîfe-i Rabbaniye’den mahrum etmiş
demektir…

Evet, insan düşünce ufku ne seviyede olursa olsun,
kalbini nazardan dûr etmemeli.. başını yere koyup
sabahlara kadar dua dua yalvarmalı. Çünkü ebedî mutlu
olacağı bir alem için ayağına zincir vursalar ve deseler
ki, “Başını yerden kaldırmadan ömür boyu secde edeceksin
ama neticede ebedî mutlu olacağın bir dünyayı kazanacaksın.”
Aklı varsa insan secde eder.. eder zira, önünde bir
ebedî saadet vardır. Altmış-yetmiş sene, altıyüz-yediyüz
sene veya altı milyon-yedi milyon sene değil sonsuz
bir hayat.. İşte bizim önümüzde de o ebedî hayat var.
Onun için ne verilse değer. Bundan dolayı akıllı mü’minler
anlatılırken mallarını, canlarını, herşeylerini Allah’a
satarlar, verirler denilmektedir.

Biz de ebedî saadeti yakalamak için kulluk vazifemizi
kusursuz olarak yapmaya çalışmalı ve Allah’ın merhametine
sığınmalıyız. Sürekli O’nun karşısında el açıp bel
bükmeli ve çok dua etmeliyiz. Meselâ, mümkün olduğu
kadar çok “Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ
ve heb lenâ min ledünke rahmeh – Ey bizim Kerîm Rabbimiz,
bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma
ve katından bize bir rahmet bağışla.” demeliyiz..
“Allahümme Yâ Mukallibe’l-kulûb! Sebbit kulûbena alâ
dînik – Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalblerimizi
dinin üzere sabit eyle..” imanla perçinle!. sökülmesin..
kurşunla çivile oraya… diye yakarmalıyız.. hemen
ardından “Sarrif kulûbenâ ilâ tâatik – Kalbimizi Sana
itaate çevir, Sana kulluğa meylettir.” ifadesini eklemeliyiz..
bunları on defa değil, bin defa söylesek yine de az
demiş oluruz. Kaldı ki, Allah Rasulü bunları sabah
ve akşam dualarında üçer kere söylüyor ve bizlere
de tavsiye buyuruyor. O bir Nebi’dir; hem mâsum, hem
de masûndur ve teminat altındadır… Bize gelince,
bizim ne mâsumiyetimiz, ne masûniyetimiz var. Yani
ne günahsızız, ne de Allah tarafından korunma ve sıyanet
altına alınmışız.. yok öyle bir teminatımız. O bile
böyle diyorsa, bizim titrememiz, çırpınmamız lâzımdır.
Hiç kimse demesin “İçime şu geliyor, bu geliyor..
şöyle bir kalbî problemim var..” İçine o geliyor da
sen üstüste kırk gece kalkıp o iş için ağladın mı?
Başını yere koydun, alnını yaşlar içinde buldun mu?
Neden mazeret beyan ediyorsun? Yüreğinle Allah’a teveccüh
et, yalvar yakar! “Tut elimden Allahım, tut ki edemem
Sensiz” de.

Alvar İmamı ne güzel söyler:

Sen Mevlâ’yı sevende
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen
Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?

Rica ederim, O’nun uğrunda yüreğinizi parçalamadan
yüreği parçalanmış insanlara lûtfedilen şeyleri beklemeyin.
O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle
aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd
kadar mükafat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz
boyası çalın, O da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz
dünya gecelerinizi gündüz yapın O da ahiret karanlıklarını
aydınlığa tebdîl eylesin..

Allah, eşiğine baş koyan yüzleri çiğnetmez ve mahcup
etmez; yeter ki siz yürekten O’na yönelin ve “edemem,
Sensiz asla edemem..” deyin.