Rabbânîler

Rabbânîler

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Soru: Kur’ân’da geçen “rabbânî” kelimesi ne anlama gelir, rabbânîler kimlerdir, vasıfları nelerdir?

Cevap: Sözlükte; âlim, Rabbe kulluk eden din adamı manasına gelen rabbânî, tefsirlerde ârif-i billah, hikmet ve ilimle mücehhez hak erleri olarak tarif edilmiştir. (Lisanu’l-Arab, “Rab” md.; Taberî, Camiu’l-Beyan, 6/540-544) Biraz daha açarak rabbânîyi, Allah rızasını hedefleyen, metafizik mülâhazalara ve maneviyata açık yaşayan, hayvaniyet ve cismaniyeti bırakarak kalb ve ruhun derece-i hayatında seyr ü seyahatte bulunan hak eri şeklinde de tarif edebiliriz. Tasavvufta yer alan seyr illallah, seyr fillah, seyr meallah ve seyr anillah gibi kavramlar da bir yönüyle bunu ifade eder. Farklı bir yaklaşımla rabbânî, inandığı dava uğruna kendi arzu ve isteklerinden vazgeçmiş, her şeyi Cenab-ı Hakk’ın hesap ve planlarına bağlamış, emre itaatteki inceliği kavramış ve hayatlarını bu istikamette sürdürmeye azm u cehd etmiş mü’minlere denir.

Evet, rabbânî, bu manada, “Rabb”e bağlılığı şahsında yaşayan kâmil mü’min olmasının yanında, aynı zamanda o ufka ulaşma yolunda başkalarına da rehberlik eden kâmil mürşiddir. O, Cenab-ı Hakk’ın rububiyet dairesini nazar-ı itibara alarak, insan olarak yaratılan “potansiyel insanları”, hakiki insan haline getirme gayretini, cehdini sarf eden bir rehberdir. Onun için ehlullaha, hakiki terbiyecilere, mürşidlere rabbânî insan denmiştir. İmam Rabbânî’ye rabbânî denmesinin sebebi de budur. Yani kâinatta cârî kanunlara tevfik-i hareket eden, insanlara yaşamasını öğreten, bu dolapların içinde insanların rahat gezmelerini, bu meşheri temaşa etmelerini, bu kitabı okumalarını ve onunla hedeflenen ufka ulaşmalarını sağlayan eğitim kadrosu.

Rabbânî kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’in üç âyetinde geçer. Mâide sûresi 44 ve 63. âyetlerde, Ehl-i Kitab’ın rabbânîlerinden bahseder. Âl-i İmran sûresindeki diğer âyet ise bütün peygamberlerin muhataplarını rabbânî olmaya çağırdığını ifade eder:

مَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُؤْتِيَهُ اللهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَادًا لِي مِنْ دُونِ اللهِ وَلَكِنْ كُونُوا رَبَّانِيِّينَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَ

Allah’ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği hiçbir insanın kalkıp da halka, Allahla beraber bana da kul olundemesi düşünülemez. Bilakis o, Okuyup başkalarına da okuttuğunuz, öğrettiğiniz kitaba uyun da rabbânî olunder.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/79)

Herkes kendi kabiliyetinin müsaade ettiği ölçüde rabbânî olabilir, kendi arş-ı kemalâtına yükselebilir. Fakat bunun için bir kısım manevî sistemlerini harekete geçirmesi, his ve heyecanlarını tetiklemesi, cismaniyetten uzaklaşması, Hakk’ın rıza ve hoşnutluğunu kendi isteklerinin önüne geçirmesi, şahsî hesaplarından vazgeçerek bütün hayatını Allah’ın hesaplarına göre plânlaması gerekir.

Nefis taşıyan, hırs ve tutkuları olan, şeytan gibi ebedî bir hasmı bulunan insanın rabbânî olabilmesi kolay değildir, ciddi bir mücadele ve mücahede gerektirir. Böyle bir yola giren kimse, Allah’la münasebetlerini çok kavi tutmak zorundadır. Kendi mülâhazaları ve kendi hesapları işin içine karıştığı anda, onları yere çalarak paramparça etmesini bilmelidir. Diyelim ki nafile bir namaz kılıyor. Eğer içine Allah mülâhazası dışında başka bir mülâhaza karışıyorsa, namazı bırakmalı, odasına çekilmeli, tam konsantre olduktan sonra yeniden başlamalıdır. Farzlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü bu takdirde onun altından kalkılamaz. Fakat rabbânî olmak isteyen bir insan, kendini Allah’a yaklaştıracak bütün amellerinde ihlâsı yakalamaya, gönlünü Allah’a vermeye mecburdur.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen, rabbânî kelimesine benzeyen bir kelime de “ribbî”dir: وَكَأَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ فَمَا وَهَنُوا لِمَا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber birçok ribbî mücadele verdi, savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, zayıflık göstermediler, düşmanlarına boyun da eğmediler. Allah böyle sabırlı insanları sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/146)

Tefsirlere bakıldığında, “ribbî” kelimesine, ağırlıklı olarak, kökenini tespite raci iki farklı mananın verildiği görülür. Birincisi, büyük topluluklar; ikincisi ise kendini “Rabb”e adamış kimseler. Bu ikinci manada ribbî kelimesi, rabbânî kelimesine benzer. Bazı müfessirler, ikisinin arasında şöyle bir farktan bahsederler: Ribbî, kendini Allah yoluna adamış herkese denirken, rabbânî, aynı zamanda mürşitlik vasfını da haiz kimselere denir.

Demek ribbî de, i’lâ-i kelimetullah davasına kendini adayan, Allah’ın adını dünyanın dört bir yanında şehbal açması için hiç duraksamadan koşturan, dinin güzelliklerini herkese duyurmaya çalışan ve bu yolda karşılaştığı her tür sıkıntıyı sabırla karşılayan er oğlu erlere denir.

Âyette, i’lâ-i kelimetullah davasına adanmış kimselerin, yürüdükleri yolda karşılaşacakları zorluk ve sıkıntılardan ötürü yılgınlığa düşmeyecekleri, zayıflık izhar etmeyecekleri, düşmanlarına boyun eğmeyecekleri ifade ediliyor. Çünkü onlar, yürüdükleri yolun zorluklarının farkındadır ve bu zorluklara göğüs germeye baştan söz vermiş, ahdetmişlerdir. Onlar hayatları boyunca hep bu ahitlerine bağlı yaşarlar. Temsil ettikleri dava uğruna başlarına gelen her musibeti gülerek karşılarlar. Zorluklar karşısında dimdik durur, sarsıntı yaşamaz ve paniklemezler. Asla “Ne zaman bu işten sıyrılacağız?” düşüncesine kapılmazlar. Yaşadıkları sıkıntılar karşısında onların ağızlarından en fazla şu cümleler dökülür: إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ Sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allaha arz ediyorum.” (Yusuf sûresi, 12/86)

Evet, Allah’a inanan bir insan sadece O’nun karşısında secde ve rükûa gider, sadece O’nun huzurunda yüzünü yerlere sürer. Bu payeyi elde etmiş bir mü’minin başkalarına kul köle olması, ağyar karşısında bel bükmesi, boyun eğmesi, vesayet altında yaşamaya razı olması düşünülemez. O, Bediüzzaman Hazretleri gibi “Ben, ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” der. (Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, s. 159) Hiçbir şey karşılığında bağımsızlığını feda etmez, Allah’tan başka hiç kimseden medet ummaz, yardım dilenmez.

Ribbîlerin anlatıldığı âyet-i kerimenin sonunda, Cenab-ı Hakk’ın sabredenlerle beraber olduğu ifade buyruluyor. Eğer Allah sizinle beraberse şunu çok iyi bilmelisiniz ki O asla sizi zayi etmez. Burada Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine yapılan eziyetler karşısında çok üzülen ve ağlayan kerime-i muhteremelerini teselli etmek için söylediği şu sözü hatırlayabilirsiniz: Ağlama ciğerparem! Allah senin babanı zayi etmeyecektir.” (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/169)

Bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلاَّ أَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ Evet, bu durumda (düşmanla yaka paça oldukları, kolları kanatları kırıldığı, kan revan olduğu zaman) onların dudaklarından dökülen, yalnızca şu kelimeler oldu: Ey Rabb-i Kerimimiz! Günahlarımızı ve içine düştüğümüz aşırılıklarımızı affeyle; bizleri doğru yolda sabitkadem kıl ve (fıtratlarındaki inanma istidadını kendi iradeleriyle köreltmiş, neticesinde gözleri görmez, kulakları duymaz ve kalbleri işlemez hâle gelmiş) küfr ü küfran içindekilere karşı bize yardımcı ol.” (Âl-i İmrân sûresi, 2/147)

Bu iki âyet-i kerimede, kendini Allah’a adamış insan prototipi ortaya konuluyor. Böylece onların ne düşündüklerini ne dediklerini, kendileriyle nasıl yüzleştiklerini, Cenab-ı Hakk’a nasıl teveccüh ettiklerini, zorluk ve sıkıntılar karşısında nasıl bir duruş sergilediklerini görmüş oluyoruz. Ortaya konan bu portreden hareketle konumumuzu belirleyebilir, kendimizi ölçüp tartabilir, durduğumuz yer ile durmamız gereken yer arasındaki farkı görebilir, Allah yolunun adanmışları olup olmadığımızı anlayabiliriz.

Rabbanîlik ile adanmışlık, bir vahidin iki yüzü gibidir, bunların birbiriyle çok sıkı irtibatı vardır. Rabbânîlik, içte derinleşmeyi, Allah’la kalbî irtibatı ifade ederken; ribbîlik daha ziyade dışa açılımı, Allah’ın adını dünyaya duyurma azmini ortaya koyan bir kelimedir. Rabbânî olmadan, tam manasıyla adanmış da olamazsınız. Eğer adanmışlıkta etemmiyet ve ekmeliyeti ihraz edememişseniz bu sefer de rabbanîlik yolunda gerekli performans ve mukavemeti gösteremezsiniz. Bunların birindeki kusur, diğerini de etkiler. Kendinizi bir yönüyle Allah yoluna vermiş, belli ölçüde terakki etmiş olabilirsiniz. Ama rızaya tam kilitlenememişseniz, i’lâ-i kelimetullah davasında da eksikleriniz olur.

Hâsıl-ı kelam, mü’mine düşen vazife, bir taraftan kalbî ve ruhî hayata tam kilitlenmesi, havâss-ı zahire ve bâtınesi ile hep Allah yolunda olması, diğer yandan da dini adına taşıdığı onurunu hiçbir şeye feda etmemesi, bu konuda hep adanmışlık ruhuyla hareket etmesidir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın rızasını elde etme ve Rabbimizin cemal-i bâkemalini müşahede etme, ona giden yolun gereklerinin tam tekmil yerine getirilmesine bağlıdır.

***

Not: Bu yazı, 25 Nisan 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.