Neylerse Güzel Eyler…

Neylerse Güzel Eyler…
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bazı eserlerde “Elhayru fî mahtârahullah” ifadesi mühim bir hakikat ve önemli bir sır olarak nazara veriliyor. Bu sözün manası nedir? Sebepleri yerine getirme ve tevekkül etme esasları açısından bu kaideyi değerlendirir misiniz?


Cevap: “Elhayru fî mahtârahullah” sözü, “Hayır, Allah Teâlâ’nın ihtiyar buyurduğu (seçtiği) husustadır” manasına gelir; Cenâb-ı Hak kullarını neye sevk ederse etsin ve nasıl bir neticeye ulaştırırsa ulaştırsın, O’nun takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğunu hatırlatır.


Allah Bilir, Siz Bilmezsiniz


Evet, insan şart-ı âdi planında bir irade sahibidir; yani, Allah (azze ve celle) kuluna, iki şeyden herhangi birini seçme söz konusu olduğunda bir cehd ve gayret ortaya koyma, bir çeşit eğilim veya eğilimde tasarruf ile bir hususu tercih etme, bir şeyi isteme ve dileme kâbiliyeti vermiştir. Bu irade kâbiliyetinden dolayıdır ki, insan bazı hususları iyi ya da kötü, güzel veya çirkin, faydalı yahut zararlı görebilir ve birkaç şey arasından birini seçebilir. Fakat, bazen insan seçiminde isabetli olamaz ve beklemediği, istemediği bir netice ile karşılaşabilir. İşte, “Elhayru fî mahtârahullah” hakikati, insanın kendi arzularına başkaldırmasını, her meselede Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek her yerde ve her durumda O’nun takdîrine razı olmasını ifade eder.


Bu sözün Peygamber Efendimiz’in mübarek dudaklarından döküldüğünü söyleyenler ve onu hadis olarak rivayet edenler de olmuştur; fakat, muhaddisler bu şekilde bir hadis-i şerife rastlamadıklarını belirtmişlerdir. Öyle de olsa, bu cümle çok şümullü bir hakikatin ifadesidir. Bazı alimlerin, değişik ilâhî ve nebevî emirlerden süzerek bu türlü disiplinler ve genel kaideler ortaya koydukları malumdur. Bu açıdan, kelimesi kelimesine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den rivayet edildiğine dair sağlam bir bilgi mevcut olmasa bile, bu söz, manası ve mefhumu itibarıyla Allah Rasûlü’ne nispet edilebilir.


Allah Teâlâ’nın takdîrinin her zaman kul için en hayırlı seçim olduğunu vurgulayan bu câmi’ beyan, bazı kitaplarda küçük kelime farklılıklarıyla zikredilegelmiştir. Genellikle “Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur. Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) meâlindeki ayet-i kerimenin bir meyvesi olarak değerlendirilmiştir.


Müdafaa Harbi


Bu ayette, mü’minlere farz kılındığı belirtilen savaşı, tekvînî emir olarak ele alabilirsiniz. Yani, bu beyân-ı ilahî öncelikle Ashâb-ı kirâma, sonra da bütün inananlara diyor ki: Siz müslüman olduğunuz ve dininize bağlı kaldığınız sürece şeytan ve onun insî-cinnî avenesi sizi asla rahat bırakmayacak ve her fırsatta düzeninizi, huzurunuzu bozmaya çalışacaklar. Siz kavgaya hiç yanaşmasanız ve asla savaş istemeseniz bile her devirde bazı kimseler karşınıza dikilecek, sürekli kavga bahaneleri arayacak ve sizi harbe sürükleyecekler. Mesela; siz Medine’de huzur içinde otururken ve bütün Arap yarımadasına barış, emniyet ve asayiş mesajları verirken, düşmanlığa kilitlenmiş bazı kimseler sizin ticaret kervanlarınıza saldıracak, mallarınızı gasp edecek ve adamlarınızı öldürecekler. Hatta bunlarla da yetinmeyecek Medine’yi kuşatacak ve evinizin önüne kadar gelip size meydan okuyacaklar. Bedir’de, Uhud’da onları püskürteceksiniz; en az zararla o savaş belasını savmaya çalışacaksınız; fakat, onlar yine rahat durmayacak, tekrar hücum edecek ve bu defa da sizi şehrin etrafında hendek kazma mecburiyetinde bırakacaklar.


Siz dininizi, neslinizi, yurt ve yuvanızı müdafaadan başka bir şey düşünmeyeceksiniz; fakat, savaş istemeseniz de zaman zaman mukaddesâtınızı koruma ile karşı karşıya kalacak ve hiç olmazsa savunma harbi yapacaksınız. Hiç kan dökülmemesi, hiç kimsenin ölmemesi sizin her zamanki ilk tercihiniz olacak ama kutsal saydığınız değerleri, vatanınızı ve milletinizi muhafaza etme yolunda mücahededen de kaçmayacaksınız. Gerekirse, Çanakkale’yi kana bulayan düşmana karşı dini-diyaneti, vatanı-milleti, topyekün Anadolu’yu müdafaa etme uğruna çoluğu-çocuğuyla, genci-ihtiyarıyla ikiyüz elli bin insanın şehadet şerbeti içmesine katlanacaksınız.


Evet, yeryüzünde kin, nefret ve düşmanlık hislerine yenik kimseler mevcut olduğu sürece savaşlardan ve çarpışmalardan uzak kalmanız neredeyse imkansızdır. Hoşunuza gitmese de savaşmak mecburiyetinde kalacağınız zamanlar olacaktır. İşte, bu gerçeği ifade sadedinde, savaşın farz kılındığı bildirilmiş ve böylece harp bir tekvînî emir şeklinde nazara verilmiştir. Daha sonra da, “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur.” hakikati dile getirilmiştir.


Hoşunuza Gitmese de…


Müslümanlar, ilk günden itibaren hiçbir zaman savaş başlatan taraf olmamış, sürekli sulh aramış ve barış atmosferini korumak için gayret göstermişlerdir. Fakat, buna rağmen, bazen hücum eden düşman karşısında savunma harbi yapmak zorunda kalmış; kavga, çatışma, kan dökme hoşlarına gitmese de Cenâb-ı Hakk’ın takdirine rıza göstererek ve akıbetin hayır olmasını O’ndan niyaz ederek mecburen savaşmışlardır.


Mesela; Allah Rasûlü ve arkadaşları Mekke’den uzaklaştırılırlarken, mallarını mülklerini, bütün servetlerini Mekke-i Mükerreme’de bırakmışlardı. Çok geçmeden de, Mekkeliler, Müslümanların gözleri önünde, bu malları develerine yükleyip, Şam ve Yemen taraflarına götürüp satmaya başlamışlardı. Bir gün, Medine civarından geçmesi beklenen Kureyş kervanındaki malların kendilerine ait olduğunu öğrenince, Muhacir efendilerimiz onları takip edip kendi mallarını almaya niyetlenmişlerdi. Dolayısıyla, Bedir savaşı öncesinde yola çıkan müslümanların hedefi Kureyşlilerin ticaret kervanı idi. Ashâb-ı Kiram, Medine’den ayrılırlarken silahlı bir orduyla değil, kendi mallarını satmaya götüren bu kervanla karşılaşmayı umuyorlardı.


Ne var ki, Allah Teâlâ hadiseleri evirip çevirdi ve neticede onları Kureyş ordusuyla karşı karşıya getirdi. Zâhiren bu savaş şer gibi görünüyordu; Ashab efendilerimiz de istemeyerek harbe tutuşmuşlardı. Fakat, Cenâb-ı Hak, onlara sistemli savaşı öğretecek, onların yetişmelerini sağlayacak ve sahabeyi ilerideki muhtemel daha büyük gâileler karşısında hazırlıklı hale getirecekti. O güne kadar, o yörede sadece vur-kaç savaşı yapılıyor, yalnızca gerilla taktikleri biliniyordu. Kabile hayatı yaşayan ve kavgalarını kabile çapında veren kimseler sistemli ordular ve mekanize birlikler karşısında tutunamaz, büyük devletlerle yüz yüze geldikleri zaman onlarla savaşamazlardı. Sasani Devleti’nin ya da Roma İmparatorluğu’nun düzenli orduları kapılarına dayandıkları vakit onlarla asla başa çıkamazlardı. Bu itibarla da, onların ciddi bir eğitimden geçirilmeleri lazımdı.


İşte, başlangıçta Ashâb’ın hoşuna gitmeyen savaş, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle onlar hakkında büyük hayırlara vesile olmuştu. Allah Teâlâ, ilk müslümanları feleğin çemberinden geçire geçire kuvvetlendirmiş, yetiştirmiş ve kıvama erdirmişti. Dahası, kazanılan zafer, bütün Arap yarımadasında yankılanmış ve böylece İslâm’ın tanınması yolunda önemli bir adım atılmıştı. Rahmeti Sonsuz onlara hadiselerin diliyle, “Sizin yaptığınız tercih nerede, Benim sizin hakkınızdaki takdir ve tercihim nerede?!.” demiş ve ticaret kervanındaki mallara bedel onlara beklentilerinin çok üstünde bir muvaffakiyet nasip etmişti. “Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz.” gerçeğini mü’min gönüllere bir kere daha duyurmuş ve onları murad-ı ilâhîye teslim olmaya çağırmıştı.


Nefsanî Arzular ve “Zorluk Ordusu”


Cenâb-ı Hak, söz konusu ayet-i kerimede “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur.” dedikten sonra “Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir.” buyurmuştur. Evet, yeme-içme, gezip tozma, gülüp oynama ve yan gelip yatma gibi şeyler nefsin hoşuna gider. Kalb ve ruh terbiyesi almamış kimseler, bunlarla oyalanmak varken, ibadet etmeyi ve i’lâ-yı kelimetullah yolunda mücahedeyi hiç istemezler.


Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Tebük’e giderken münafıkların hemen hepsi sefere katılmaktan yüz çevirmiş ve ağaçların meyve verdiği o dönemde, bağ ve bahçelerinde oturmayı tercih etmişlerdi. Tebük, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine-i Münevvere ile Şam şehrinin ortasında bir yerin adıdır. Heraklius’un, müslümanları kılıçtan geçirmek için kırk bin kişilik orduyu yola çıkardığı haberi üzerine Allah Rasûlü sefer kararı almıştı. Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve düzenli bir orduya sahip güçlü bir düşmana karşı savaşılacak olması gibi hususlar bu seferi “güç ve zor bir sefer” haline getirmişti. Münafıklar, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat etmeyi hoş görmemişler, savaşa katılmamak için Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den izin istemişler ve müslümanlara “Bu sıcakta savaşa çıkmayın!” deyip onları da caydırmayı denemişlerdi. Allah Teâlâ, “De ki: Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?” (Tevbe, 9/81) buyurarak onların nasıl bir yanlışlık içinde olduklarını nazara vermişti ama münafıklar hoşlarına giden yolda yürümeyi bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın muradını gerçekleştirmeyi hiç düşünmemişlerdi. Maalesef, müslümanlardan üç kişi de kendi haklarında şer gibi görünen bir şeyden kaçıp nefislerine cazip gelen şıkkı ihtiyar ederek geride kalanlar arasına katılmışlardı.


Evet, bazen insan rahat, tenperverlik, yuvaya düşkünlük, makam sevdası ve sadece dünya hesabına mutlu yaşama gibi nefsin hoşuna giden, bedene ve cismaniyete bakan şeylere müptela olur. Fakat, bunlar çok defa insan için öldürücü birer hastalık halini alır. Bunlara alışan kimseler çok basit sıkıntılar ve en küçük hırpalayıcı hadiseler karşısında bile dayanamazlar; sarsılır ve yıkılır giderler. Bu itibarla, bir müslümanın rahatlık, haneperestlik ve lüks yaşama gibi herhangi bir tiryakiliği olmaması gereklidir. Hatta o, günde üç öğün yemek yeme ya da belli vakitlerde çay içme gibi masumâne kabul edilen tiryakiliklerden de uzak durmalıdır. Bilmelidir ki; Cehennem yeme, içme, yatma, nefsin hoşuna giden her şeyi elde etme ve cismaniyet itibarıyla tatmin olma gibi insanın arzularına seslenen alışkanlıklarla sarılıdır; Cennet ise, ibadet etmek, i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin hakkını vermek, mücahedede bulunmak ve Allah yolunda her türlü zorluklara katlanmak gibi zâhiren kerih görünen şeylerle kuşatılmıştır.


Bu açıdan, insan, hoşuna gitsin gitmesin, her meseleyi dini ölçülere göre ele almalı; her hadiseyi “Hayır, Allah Teâlâ’nın ihtiyar buyurduğu şeydedir” hakikati zaviyesinden değerlendirmeli ve her zaman Cenâb-ı Hakk’ın tercihi istikametinde tercihte bulunmalıdır. Sebeplere riâyet ettikten sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmalı; kendisiyle alâkalı tasarruflarında Rahmeti Sonsuz’a inanıp O’na güvenmeli ve O’nun yaptığı her şeyden hoşnut olmalıdır. Evet, kader rüzgârları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla karşılamak ve her hadiseye “Bunda da bir hayır vardır; bu da geçer!” inancıyla yaklaşmak mü’min olmanın gereğidir.


Tevekkül, Teslim, Tefviz ve Sika


Aslında, hadiseler karşısında böyle bir tavır sergileme, netice itibarıyla saadet-i dâreyne ulaşmanın da yoludur. Nitekim, Üstad hazretleri, “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” buyurmuştur. Sofilerin yaklaşımına göre, bu yolun sonunda “tefviz” ve “sika” karargahları vardır. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Allah’a güven ve itimat ile başlayıp, kalben her türlü beşerî güç ve kuvvetten teberri etme kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen tam bir itmi’nana ulaşma ile sona eren rûhanî yolculuğun başlangıcına “tevekkül”, az ötesine “teslim”, iki adım ile­risine “tefviz” ve son durağına da “sika” denilegelmiştir.


İşte, “Elhayru fî mahtârahullah” ifadesi, her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan “tefviz”in hulâsasıdır. Tefviz, esbap ve tedbire takılmamanın unva­nıdır ve haslar-üstü haslara mahsus bir hâl veya makamdır. Tefviz semasında seyahat eden hak yolcuları, zâhiren tedbir ve sebeplerle meşgul olsalar da, bu iştigal sırf esbap dairesinde bulunmalarının gereğidir. Onların hadiseler karşısındaki mülahazalarını İbrahim Hakkı hazretleri “Tefviznâme”sinde şöyle dile getirir:


“Hak şerleri hayreyler,
Sen sanma ki gayreyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.


Sen Hakk’a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”


Esbaba takılmayacak insanlar, o sebeplerin tesir etmeyeceğini bazen basarla bazen de basiretle görür, her şeyi sır ufkundan temaşa eder ve meselelere hafî yamaçlarından bakarlar. Hadiselerin önü ve arkası onların gözlerinin önüne serilir de Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği hususları ayan beyan müşahede etmeleri itibarıyla sebeplere riayeti fazlaca önemsemezler.


“Zalimler için yaşasın Cehennem!”


Hatta, o ufkun insanları, bazen tedbiri ve sebepleri hiç kâle almayabilirler. Mesela, Hazreti Üstad, hakkında ölüm kararı verilmesini beklediği ya da idam sehpasına yürüdüğü bir anda “Müsaade ederseniz vakit namazımı kılmak istiyorum” diyecek kadar korkusuzdur; tehditler onun tavırlarında herhangi bir değişikliğe sebebiyet veremez. Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanırken mahkeme başkanı Hurşit Paşa’nın ithamlarına cesurca cevaplar vermiş, idamının istenmesine rağmen özür dileyici bir hal sergilememiş; hep dik durmuş, ölüme yürürken bile hak ve hakikati seslendirmiştir. Beraat kararından sonra da mahkemeye teşekkür etmeyi bile tenezzül sayarak, yolda Beyazıt’tan tâ Sultanahmet’e kadar, kendisini takip eden kalabalık bir halk kitlesinin önünde, “Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!” nidalarıyla ilerlemiştir. Evet, onun Allah’a itimadı tamdır ve o Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeye razıdır; tavır ve davranışları da ihraz ettiği bu ufkun sesi-soluğudur.


Şu kadar var ki, bazı durumlarda da olsa sebepleri görmezlikten gelme ve tedbire takılmama herkes için geçerli bir husus değildir; bu mesele subjektiftir ve erbabına aittir. Dahası, tefviz ufkunun kahramanlarından birine gidip deseniz ki, “Siz kendi hakkınızda takdir ettiğiniz ve teslim, tevekkül, tefviz mertebelerinin cilveleri saydığınız esbap üstü bazı şeyleri bize de tavsiye eder misiniz?” Şayet, muhatabınız Rasûl-ü Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselam) sâdık bir temsilcisi, sünnet-i seniyyenin objektif bir tebliğcisi ise, “Bunlar bizim ufkumuzu aşan meseleler, bize göre değil böyle şeyler. Bunlar, fiziğin yanında metafiziği de gören, nazarları ile bu âlemi delip öbür âlemleri de müşahede eden, ihsan şuurunun zirvelerinde gezen özel donanımlı Hak erlerine ait hususiyetler.” der.


Öyle büyükler vardır ki, hayatlarında hiç ilaç kullanmamışlardır; fakat, ilaç kullanan kimselere de kat’iyen “kullanma” dememişlerdir. Hiç hekime gitmemişlerdir ama hiç kimseye “hekime gitmeyin” gibi bir tavsiyede de bulunmamışlardır. Kendi seviyeleri açısından, hekimi ve ilacı bile tefviz anlayışına zıt bulsalar da, başkalarına hitap ederken meseleyi avam (hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan kimseler) açısından ele almış ve “Doktora gitmeli, ilaç kullanmalı; bunları şart-ı âdi planında birer vesile bilmeli; fakat, doktora ve ilaca güvenmemeli, şifayı Allah Teâlâdan istemeli!” ihtarını da ihmal etmemişlerdir.


Tefviz burcunun üveyklerinden, Hüccetü’l İslam İmam Gazzali, İhya-u Ulumi’d-din adlı eserinin başında ilimleri ikiye ayırmış; Kitap, Sünnet, İcmâ ve sahabenin yolunu takip vesileleri olan Kelam, Fıkıh, Fıkıh Usulü, Hadis, Tefsir gibi “dini ilimler”in yanı sıra, “aklî ilimler”den de bahsetmiş ve bunlardan, dünya işlerini düzene koyacak, insanların sıhhatini koruyacak ve ihtiyaçlarını cevaplandıracak tıp ve hesap ilmi gibi ilimleri farz-ı kifaye olarak saymıştır. Demek ki, o ulu kâmet, kendi hakkında ne takdir ederse etsin, nasıl düşünürse düşünsün ve şahsî tercihlerini hangi istikamette kullanırsa kullansın, halka hitap ederken onların seviyesine göre konuşmuştur. Bu itibarla, avamdan bir insanın, o makama ve o ufka ait şeyleri seslendirmesi sun’î ve yalan olur; esbabı görmezlikten gelmesi büyük yanlışlıklara kapı açar. İnsan, makamı ve seviyesi ne ise, nerede duruyorsa, işte ona göre davranmalı ve konumunun hakkını vermelidir.


Tevekkülün Esasları


Bu mevzuda objektif ve herkes için geçerli olan esas, sebepler dairesinde yaşadığımızdan dolayı esbâba arızasız riâyet edip, sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizar etme şeklinde özetleyebileceğimiz “tevekkül” çizgisine ulaşmaktır. Sebepleri yerine getirmekle beraber onlara tesîr-i hakikî ver­meme ve neticeyi Cenâb-ı Hak’tan bekleme mü’mince bir davranıştır. Mesela, tarlanın bakımını yapma, zamanı gelince tohum ekme, ihtiyaca göre sulama, gerekiyorsa haşerelere karşı ilaçlama… gibi yapılması icap eden işleri eksiksiz yapma esbabı gözetme ve ürün almanın altyapısını hazırlama demektir. Bunları hazırlarsanız, Cenâb-ı Hak âdet-i ilahiye açısında çok defa bol semere lutfeder. Fakat, bütün sebepleri yerine getirmiş olmanıza rağmen, Rezzâk-ı Hakikî bazen beklediğiniz rızkı vermeyebilir de. Bakarsınız ki, onca emeğiniz –zahiren- boşa gitmiş, tarlanızdan hiçbir ürün çıkmamış; ya da tam hasat mevsiminde tarlanızı dolu vurmuş veya bir sel gelmiş, her şeyi alıp götürmüş. İşte, böyle bir ihtimale de açık durmak, semereyi Cenâb-ı Hak’tan beklemek, hakkınızda takdir buyurduğuna karşı gönül hoşnutluğuyla mukabelede bulunmak ve “Muhakkak bunda da bir hayır vardır” demek “Elhayru fî mahtârahullah” hakikatine inanmanın, Allah’a tevekkül etmenin ve O’nun muradına teslim olmanın tezahürüdür.


Bu meseleye diyalog ve eğitim faaliyetleri zaviyesinden de şu şekilde yaklaşabilirsiniz: Siz biricik sevda bildiğiniz Allah’ın rızasını elde etmek için nam-ı celil-i ilahîyi herkese duyurma vazifesini omuzunuza almış, bir bayrak taşıyor gibi hiç durmadan soluk soluğa koşuyorsunuz. Koşarken zülf-ü yâre de ağyare de dokunmamaya dikkat ediyor, hiç kimseyi rahatsız etmemeye özen gösteriyor ve kimseye ilişmiyorsunuz. Hatta tavırlarınız, davranışlarınız ve sözlerinizle yarınlar adına da hiç kimseye ilişmeyeceğiniz teminatını veriyorsunuz. En masum hallerinizin dahi yanlış anlaşılabileceği ihtimaline binâen tir tir titriyor ve hür iradenizle kendi hareket alanınızı daraltıyorsunuz; dahası başkalarını vehim ve endişelere sevketmemek için bazen en tabiî haklarınızı bile kısıtlıyorsunuz. Fakat, her şeye rağmen, paranoya yaşayan bir kısım kimseler, “Bunlar şimdi böyle görünseler de yarın ne olacakları belli değil” diyorlarsa; hatta “Hâl-i hazırdaki durumları elli sene sonrası için de teminat sayılsa bile altmışıncı senede ne yapacaklarından ve nasıl davranacaklarından emin olamayız” türünden sözlerle paranoyalarını seslendiriyorlarsa ve bundan dolayı da sizi yakın takibe alıyor, üzerinize mercek koyuyor, bazı güzel işlerinizi sabote ediyor ve hizmetlerinize zarar veriyorlarsa, bu türlü durumlarda da esbaba riayet etmiş olmanın huzuru içinde Cenâb-ı Hakk’a tevekkül etmek ve O’nun takdirine teslim olmak lazımdır. Şayet, “Ben şunu yaptım, şunu yaptım, şunu da yaptım; daha ne istiyorlar, neden hâlâ anlamıyorlar” derseniz kadere taş atmış ve Allah’ın takdirine razı olmamış sayılırsınız.


Evet, tedbirde ve sebeplere riayette hiç kusur etmeseniz bile, iman ve Kur’an hizmetiyle alâkalı bazı meselelerde de bir kısım sıkıntılarla karşılaşmanız normaldir. Bunlar, ya birer imtihan olarak sizi ibadetlerle ancak elde edebileceğiniz mertebelere ulaştırır, ya da size “Dünyada tatmaya izin var ama doymaya izin yok” mülahazasını hatırlatır, bu âlemin zevk u sefa yeri olmadığını, imtihan yurdunda yaşadığınızı ihtar eder.


Musibetlerin En Şiddetlileri


Zaten, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), “El-mü’minü belviyyün – Mü’minin başından bela hiç eksik olmaz” diyerek iman yolunun muhtemel meşakkatlerine dikkat çekmiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, belâların en şiddetli olanlarına başta peygamberlerin sonra da derecelerine göre Allah’a en yakın kulların maruz kaldıklarını belirtmiştir. Bu hususa işaret eden hadis-i şerifin sonunda “Herkes imanının kuvvetine göre belalara uğrar. Şayet insanın imanı sağlam ve güçlü ise ona gelen belalar şiddetli olur; fakat, kulun imanı zayıfsa onun maruz kalacağı belalar da o nispette hafif olur.” buyurulmuştur. İmanı güçlü olan bir insan çok çetin musibetlerle imtihan edilse bile, her türlü meşakkate katlanır; her şeye rağmen, “iman, teslim, tevekkül” der, saadet-i dareyne yürür. İmanı zayıf kimseye gelince, Allah (celle celaluhu) onu ağır imtihanlara maruz bırakmaz; çünkü o, elde ettiği küçük bir seviye varsa, ağır bir imtihanda onu da kaybedebilir ki, Rahmeti Sonsuz, kulunu öyle bir sû-i akıbete uğratmaz. Bu açıdan, adeta imanın gücü ve Allah’la irtibatın kuvveti ölçüsünde bela ve musibetler de şiddetli ya da hafif gelir insanın üzerine. Muhammed Lutfî Hazretleri,


“Ezelden âdet-i Mevlâ dostuna
Sevdiği kulunu mübtela eyler
Alınca abdini kerem destine
Anı bin dert ile ibtila eyler.”

diyerek işte bu hakikati dile getirmiştir.


Hâsılı, insan her meselede sebeplerin gereğini yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmeli, hakikî tesiri ve neticeyi Cenâb-ı Hak’tan beklemeli, akabinde de başına ne gelirse gelsin “Elhayru fî mahtârahullah” deyip takdir-i ilahiye teslim olmalıdır. Allah’ın kaza, takdir ve muâmelelerinin zahirî acılık ve sertliklerine katlanıp her şeyi gönül rahatlığıyla karşılamalı, dûçar olduğu musibetleri kaderin tecellilerini düşünerek iç hoşnutluğu ile ahiret hesabına değerlendirmeli ve her zaman “Hayır, Allah Teâlâ’nın ihtiyar buyurduğu husustadır” mülahazasıyla dopdolu olarak hâlis bir kul tavrı ortaya koymalıdır.