Nebi Vesayeti

Nebi Vesayeti
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Peygamber vesayeti varlığa tedelli usulü
ile bakmayı gerektirir. Kainatta müşahede
edilen delillerden yola çıkarak Cenab-ı Hakk’a
ulaşmaya bedel tedelli, baştan Yaradan’ın
kabul edilmesi demektir. Bunun aksi olan yaklaşım
tarzında ise, mün’amün ileyhten (kendisine nimet
verilenden) Mün’im’e (nimeti veren Cenab-ı Hakk’a)
ya da nimetten Mün’im’e gidilir ki bu tavır insanın
yollarda takılmasına sebep olabilir. Natüralist
ve materyalist mülâhazalar söz konusu yollarda kalmanın
örnekleridir.

Evet, baştan Hazreti Zât-ı Vacibu’l-vücud’u
kabullenen insan baktığı her şeyde
O’nu görür: ağaçta, dalda, meyvede, yaprakta, çekirdekte…
Küçükten büyüğe veya büyükten küçüğe her şeyde
ama her şeyde sadece O’nu temaşâ eder. Bu,
tıpkı harfleri veya kelimeleri bütün karakterleri
ve özellikleri ile tanıma gibidir. Özellikle Osmanlıca’da
geçerli olan bir husustur bu. Mesela “mektup”
kelimesini Osmanlıca’ya hakkıyla vakıf
birisi gördüğünde, onu miktûb veya müktûb gibi
değişik şekillerde okumaz. Çünkü Osmanlıca’da
kelimeler, hecelere bölme usulüyle değil, kalıplar
şeklinde görülür ve okunur. Steno’da olduğu
gibi kalıplar vardır, o kalıpları
beller ve gördüğünüzde doğru okursunuz.

Aynen bunun gibi varlığı bütünüyle
O’na bağlayan, bağlandığına
baştan inanan bir insan hep O’nu görür, O’nu bilir
ve O’nu duyar. Peygamberane bir bakış, görüş,
duyuş ve seziştir bu, varlığı
doğru okumaktır. Varlığı bu
şekilde okuyanın ise marifeti artar. Marifet
arttıkça düşünce ufku gelişir, terkipçi
nazar derinleşir ve gün gelir O’nun kudretinin,
iradesinin, meşietinin, hayatının, sem’inin,
basarının kendisini kuşattığını
görür; görür ve bu nimetleri ihsan eden Rabbine şevk
ve şükürle yaklaşır.

Varlığa bu gözle bakamayanlara gelince;
onlar üzerlerine sağanak sağanak dökülen nimetler
karşısında küstahlaşır, lâubalileşir
ve şımarır. Üstad’ın misalleri içinde
memer (nimetlerin üzerinde tecelli ettiği, gelip
geçtiği bir varlık) olduğu halde mazhar
olduğunu (o nimetlerin mazharı olduğunu,
onları hakettiğini) zanneder. Halbuki Allah’a
karşı saygılı olmak, temkin içinde
O’na şükür hisleriyle dolmak, bizleri şımartacak
ölçüde başımızdan sağanak sağanak
yağsa da nimet karşısında şımarmamak,
o nimetleri ihsan eden Rabbimize ciddiyet içinde mukabelede
bulunmak gerekir. Allah insanı bir ayna yaptıysa,
insan ayna olmasını bilmelidir. Her tavrında,
her davranışında, her sözünde, her düşüncesinde,
her mülahazasında O’nu göstermelidir. Bu peygamberane
bir tavırdır. Evet, peygamberlerin hepsi böyle
hareket etmiş ve bununla bütün insanlara ışık
tutmuş, rehber olmuşlardır. Vesayet çağrısıdır
bu aynı zamanda ve bu çağrıya icabet
edilmelidir. Tarih şahittir ki buna icabet edenler
aldanmamıştır.

Hasılı; hem peygamberî bir bakışa,
insibağa, nazar ve teveccühe ulaşmak, evirip-çevirip
her şeyi ubudiyet sırrına bağlamak,
mişkat-ı Sünnetin ışığı
altında meseleleri çözmek, hem de bunlara mazhar
olduktan sonra kendimizi rahat ve rehavete salmamak,
şatahata girmemek için Nebi vesayetine ihtiyacımız
var.

Adanmışlar

Adanmışlar, peygamber-i izamın davrandığı
gibi davranmalı ve iktidara talip olmamalıdırlar.
Zira iktidar peşinde olmak onları gaye-i hayallerinden
saptırabilir. Adanmışların yegane
vazifesi vatana, millete, devlete, dine ve topyekün
bütün insanlığa faydalı olacak hayırlı
insanlar yetiştirmektir. Evet, servet ve iktidar
kötü bir silah gibidir: mekkardır, gaddardır,
gerisin geriye tepebilir. Mekkar ve gaddar olan bu şeylerden
kendini koruyabilen mesela bir Ömer b. Abdülaziz gibiler
ise çok az sayıdadır. Yaklaşık yüz
sene süren Emeviler döneminde bir tane Ömer b. Abdülaziz
vardır ve başka da olmamıştır.

Bizler bugün içinde bulunduğumuz dairenin kıymetini
bilmeliyiz. O bizim varlığımıza
değil, aslında biz ona muhtacız, onun
bereketiyle yaşıyoruz. Bu sebeple sürekli
onunla irtibatımızı korumak zorundayız.
Aksi halde insan farkına varmadan dünyaya bulaşıverir.
Halbuki asıl hedef ahirettir ve bizler şu
kısa hayatımızda ebediyetleri peyleme
peşindeyiz. Sonsuz bir saadeti kazanmak için az
dişimizi sıkıp sabretsek değmez
mi? Evet ömür süratle geçiyor ve bitiyor. Aynaya bakınca
yolun neresinde bulunduğumuzu görüyoruz.

Burada bir şeyler yapıyormuş gibi görünmekle
yakın durduğumuzu zannediyoruz ama uzaktayız.
Müslümanlığımızı içimizde her
an taptaze duyamıyoruz. Duymak için ibadetlerimizde
derinleşmemiz lazım. İbadetlerdeki kıvamla
ancak, irtibatımız artar. Evet, bizim halimiz,
ibadetlerimizle mülk aleminden melekut alemine, bu dünyadan
manâ alemine berzahi levhalar, resimler halinde akseder.
Her bir ibadetin orada bir taayyünü, kendine ait bir
görüntüsü vardır ve hepsi birer mahlûktur. Hadislerde
ifade buyrulduğu üzere namazın kabirde gökçek
yüzlü biri olarak yanında durup sana refakat etmesi
gibi. Abdestin duyularak alınması, namazın
kalbte edası, onun her rüknünün şeker şerbet
gibi yudumlanması.. Kur’an ayetlerinin süzülerek
sağılmasıyla bu ibadet ufkuna ulaşılır.
Herkes hâlen ve zevken bir şeyler hisseder ama
hissediş dereceleri seradan süreyyaya kadar farklıdır.
Allah’la derin münasebet içinde olanlar kendilerini
namaza salabilirler, istendiği gibi namaz kılma
ufkunu yakalayabilirler. Bu noktaya varmak herkese açıktır.
El verir ki insan bunu yürekten istesin. Cenab-ı
Hak Kur’an’da pek çok yerde namazı “ikame
edin” diyor. Bir abide, bir heykel gibi onu dikebilme
namazın bütün esaslarının hakkını
tam vermekle olur. Genel olarak sahabenin namazı
da işte böyleydi. Allah’a karşı duruşlarında
ve durumlarında insanın içine oturaklaşmış
bir derinliğin ve bir insibağın alameti
vardı. Onları besleyen insibağ kaynağı
Efendimiz’in, gözünün bir yanı hep yukarılardaydı.
O hep yukarılara bakarak tavırlarına
o insibağı taşıyordu. Sahabe-i kiram
da Efendimiz’in huzurunda işte bu insibağı
duyuyor ve doyuyorlardı. En bedevi bile o insibağı
o huzurda tadabiliyordu.

Sözün kısası, adanmışlar bahsettiğimiz
bu üç özellikten kat’iyen sarf-ı nazar edemezler:
sürekli vatana, millete ve Din-i Mübin-i İslam’a
hizmet içinde olma; ibadetlerde derinliğe ulaşma;
hem hizmette hem de ibadetlerinde ihlas ve Allah rızası
peşinden ayrılmama.