“Mum Söndürme” İftirası

“Mum Söndürme” İftirası
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: “Eline, beline, diline sahip ol!” anlayışına bağlı alevî meşrep insanlarımızın bu telakkiye tamamen zıt “mum söndürme ayini” gibi bazı uygulamalarla itham edilmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?


Cevap: Bu türlü ithamların ve iftiraların kaynağı çok eski devirlere dayanmaktadır. Aynı kültür ortamında yetişen insanları birbirine düşürmek için, bazen mezhep farklılıklarını, bazen etnik unsurları ve kimi zaman da meşrep ayrılıklarını kullanan kimseler, dünden bugüne insanların ya da yürüdükleri yolların bazı hususiyetlerini farklı yorumlayarak ve karşı tarafa farklı intikal ettirerek iftiraklara sebebiyet vermişlerdir. Tâ Hazreti Ali döneminden başlayan bu yanlış ya da kasıtlı yorumlamalar, farklılıkları kavga vesilesi yapıp kardeşi kardeşe düşürmeler ve bölüp parçalamalar günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir.


 Geçtiğimiz günlerde yabancı bir televizyonda yayınlanan, özellikle Alevî kardeşlerimize çamur atan ve dolayısıyla hepimizi çok derinden yaralayan çirkin dizi vasıtasıyla bir kere daha şahit olduğumuz gibi, aslında bu fitneler umumiyetle dışarıda planlanmakta, hariçte bir yangın gibi tutuşturulmakta ve sonra onun isi dumanı aramıza pompalanmaktadır. Şimdilerde sadece bizim ülkemizde de değil, hususiyle yakın çevremizde din, dil, mezhep, meşrep ve ırka bağlı bazı duygular tetiklenmekte, her farklılığın bir iftirak sebebi olması için halk tahrik edilmekte ve hatta bir ölçüde herkes şovenliğe çekilmektedir. Bu fitne, sadece Sünnî Şiî ayrılığının ya da etnik unsurların ve ırkî mülahazaların kanayan bir yara haline getirilmesinden ibaret de değildir. Bugün Şiîliğin şubeleri arasındaki mücadelelerde de görüleceği üzere, bazı esaslar aynı olsa bile, füruattaki her farklılık yumrukların sıkılmasına sebebiyet vermekte ve hatta Alevî-Sünnî çatışmasından öte, Alevîliğin değişik kolları da birbirine düşürülmektedir.


Öyle ki, aynı kültürün çocukları, aralarındaki farklılıkları bir zenginlik kaynağı sayabilecekleri, karşılıklı olarak konumlara saygılı davranıp hayatı paylaşabilecekleri ve kendilerine ters gibi görünen bazı hususiyetlere göz yumup ortak noktaları öne çıkararak birbirlerine bağırlarını açabilecekleri halde, asırlarca omuz omuza olduklarını ve bir tarihi beraberce yaptıklarını unuturcasına, şimdi birbirlerine sırtlarını dönmekte ve yumrukları havada kavga anını kollamaktadırlar.


Evet, belki her kesimin birbirine karşı bazı hataları olmuştur; fakat, daha kötüsü, kolaylıkla telafi edilebilecek bu hatalar, yer yer toplum içinde işlettirilmiş ve çok değişik boyutlara taşınmıştır. Hususiyle, dış güçlerin içteki bir kısım piyonları sayesinde, insanların başkalarına aykırı gibi görünen bazı sözleri ve tavırları çok farklı yorumlanmış, olabildiğine büyütülmüş ve herkesi öfkelendirecek bir tarzda sunulmuştur. Hem meselelerin böyle çok yanlış yorumlanması ve farklı sunulması, hem de gün geçtikçe büyütülmesi ve o yanlış yorumlarla beldeden beldeye, nesilden nesile intikal ettirilmesi neticesinde oldukça kabaran husumet duygularının sürüklemesiyle, bazıları “öteki” saydıkları kimseleri karalamak için aslı astarı olmayan bir kısım isnadlara ve iftiralara dahi tenezzül etmişlerdir. Bu isnat ve iftiralarla kendi haklılıklarını ve karşı taraftakilerin de bâtıl üzere olduklarını ispatlamaya girişmişlerdir. Heyhat ki, dış ve iç şerirlerin iyice alevlendirdiği bu meş’um fitne yüzünden vifak ve ittifak paramparça olmuş, uhuvvet ruhu dumura uğramıştır.


Büyük Bir İftira


İşte, “mum söndürme” hadisesi de bu iftiralar cümlesindendir. Cem ayininin sonunda mumların söndürülmesi ve anne, kızkardeş, hala, teyze… kim rast gelirse gelsin, herkesin karanlıkta kendisine denk düşen kişiyle beraber olması şeklinde anlatılan, yani tam manasıyla bohemliğe ve ibâhiyeciliğe sapıldığı iddiasıyla dile dolanan böyle bir bühtanın gerçekmiş gibi algılanması ve milletimizin bir kesimine o nazarla bakılması çok büyük bir zulümdür, insanlığa karşı saygısızlıktır ve altından kalkılamayacak azim bir iftiradır. Alevîleri karalamaya ve onları yoldan sapmış göstermeye matuf olarak kullanılan bu iftira, bir kısım zâlimler tarafından ortaya atılmış; bazı saf insanların duyduklarına hemen inanmaları ve onu hakikatmiş gibi aktarmaları neticesinde bir kısım Sünnî camia içinde de yayılmıştır. Aslında, bazı mihraklar, Sünnîlerin yanına varıp onlara Alevîlerle alâkalı bin bir türlü yalan söylemişler; daha sonra Alevîlerle beraber olup bu defa da onlara Sünnîlerle ilgili gayr-i vaki beyanlar ileri sürmüşler ve böylece kardeşi kardeşe düşürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır.


Bu açıdan, mum söndürme meselesi gibi, bir zümreyi karalamaya ve insanımızı birbirine düşman kılmaya matuf olarak ortaya atılmış iftiralara ve uydurma beyanlara karşı çok ciddi bir tavır almak gerekir. Kulağa fısıldanan her sözü sağlam bir asla dayanıyormuş gibi hemen kabul etmek doğru değildir; hele o söz bir kesimi suçlayıcı ve küçük düşürücü ise, ona itibar etmek ve onu orada burada dile getirmek bir mü’mine asla yakışmaz. Binaenaleyh, ömrüm boyunca âlim ve ârif hiçbir insanın ağzından böyle bir bühtan duymadım; çocukluğumdan itibaren büyük pirlerin, üstadların ve meşayihin meclislerinde bulundum; fakat, onların sohbetlerinde ya da muhaverelerinde bu kabil bir güft u gûya rastlamadım. Öyle anlaşılıyor ki, bu türlü ithamlar, halk arasında, meseleleri ayağa düşüren kimselerin dedikodularından ibarettir; bunları yayanlar ve bu şekilde toplumun huzurunu kaçıranlar ise, ya cahil kimselerdir ya da ülkemizde düşmanlık duygularını kızıştırmaya çalışan hainlerdir.


Ayrıca, vicdanı çürümemiş bir kimse, böyle bir iftiranın gerçek olabileceğine de asla ihtimal veremez. Çünkü, bizim kültür ortamımızda yetişen insanların bu türlü bir bohemliğe ve bağışlayın, hayvanlığa tenezzül edeceğine ihtimal vermek hem mahiyet-i insaniyeye karşı saygısızlıktır hem de o insanlara hakarettir. Hele, “Eline, beline, diline sahip ol!” telakkisine bağlı yaşayan ve namusları uğruna çok defa mücadele vermiş bulunan insanların iffetlerini görmezlikten gelerek, onları gönülden yaralayacak isnatlarda bulunmak ve iftiralara ortak olmak değil Müslümanlığa, insanlığa dahi sığmayacak bir kötülüktür.


Ehl-i Kitab’a mensup bazı müfteriler de Hazreti Dâvud’a (aleyhisselam) iftira atmışlardır. Hâşâ, Kutlu Nebî’nin, Hitti Uriya adındaki komutanını kasıtlı olarak cephede ön safa sürdüğünü, onun öldürülmesini temin ettiğini ve böylece, geride dul kalan hanımı ile kendisinin evlendiğini söylemişlerdir. Bu uyduruk hikayenin kendi döneminde de yaygın şekilde anlatıldığını işiten Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) efendimiz, böyle bir iftira karşısında çok üzülmüş ve Dâvud Aleyhisselam hakkındaki bu yalanı diline dolayanları cezalandıracağını ilan etmiştir. Kim bu bühtana iştirak ederse, bir peygambere iftira atma cezası olarak, ona yüz altmış değnek vuracağını belirtmiştir.


İşte, haddizatında söz konusu yapmaya bile değmeyecek kadar asılsız ve çirkin bulduğum; fakat, müfterilere kanabilecek bazı kimseleri uyarma kasdıyla, hakkındaki düşüncelerimi ifade etmeyi gerekli gördüğüm böyle bir bühtan karşısındaki hislerimi özetleme sadedinde diyebilirim ki: Şayet bugün de Haydar-ı Kerrar dönemindeki gibi bir uygulama mevzubahis olsaydı ve karar verme salâhiyeti bana düşseydi, ben de “mum söndürme” iftirasını seslendirenleri cezalandırırdım.


Haydar-ı Kerrar ve Ehl-i Beyt Muhabbeti


Soru: Bu türlü iftiralarla köpüren iftirak ve fitne ateşini söndürebilmek için -bu yalanlara itibar etmemenin yanı sıra- öncelikle neler yapılmalıdır?


Cevap: Her şeyden önce, ayrılıkları öne çıkarıp kavgaya tutuşmak yerine, benzer ve ortak yönleri söz konusu yaparak konuşup anlaşmaya çalışmak gerekmektedir. Sünnîler ile Alevîler arasında onca fasl-ı müşterek vardır. Allah’a, Peygamber’e, Kitab’a iman etme, Hazreti Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e karşı ciddi bir muhabbet besleme misillü ortak noktalar üzerinde mutabakat aranmalıdır.


Evet, genelde Alevîlerde çok şiddetli bir Ali sevgisi ve Ehl-i Beyt muhabbeti göze çarpmaktadır; fakat, bu hususiyet Sünnî akıdeye bağlı olanlar arasında da çok bârizdir. Mesela, içinde neş’et ettiğim ailem ve kültür ortamım itibarıyla, Hazreti Ali’yi öyle sevmişimdir ki, hep ondan yana ağır basan muhabbet terazimi dengelemekte oldukça zorlanmışımdır. Bilhassa kahramanlığıyla, civanmertliğiyle ve karakterini oluşturan fütüvvet ruhuyla Şah-ı Merdan’ı tanıyınca, ona o denli hayranlık duymuşumdur ki, diğer üç halifenin faziletlerini de nazar-ı itibara alarak herkesi kendi konumuna göre değerlendirme hususunda çok ciddi gayret sarfetmişimdir. Bilhassa, Hazreti Ali’ye karşı içten sevgisine ve gönülden bağlılığına şahit olduğum Alvar İmamı’nın,


“Nur-ı ayn-i Muhammed’dir,
Şah-ı merdan Haydar Ali.
Dürr-i derya-yı Ahmed’dir,
Şah-ı merdan Haydar Ali!” sözlerini sürekli duyduğum ve Ali (radiyallahu anh) Efendimiz hakkında birbirinden müessir menkıbeler dinlediğim o tekye atmosferinde, diğerleriyle Hazreti Ali arasında tercih yapamaz hale gelmiş ve “Haydar-ı Kerrar olmazsa olmaz!” demişimdir.


Oysa, bu hususta Ehl-i Sünnet telakkisi ve dengeli olmanın gereği Hazreti Ali Efendimizin söylediğini söylemektir; o, “Ebu Bekir olmasaydı, bu din olmazdı.” demek suretiyle, hem Hazreti Ebu Bekir’in (radiyallahu anh) müstesna mevkiine işarette bulunarak hakperestliğini göstermiş, hem kendi tevazuunu seslendirmiş ve hem de kendisinden sonra geleceklere böyle kaygan bir zeminde kayıp düşmemeleri için bir tembihte bulunmuştur. Doğrusu, Hazreti Ali’ye yakışan da budur; çünkü, o, yiğitler yiğidi ve damad-ı Nebi’dir. Dahası o, Hazreti Ömer’e şeyhülislamlık yapmış, Hazreti Osman’ın evi kuşatıldığında Hasan ve Hüseyin efendilerimizi onu savunmaları için göndermiş ve “Gidin, gerekirse o kapıda ölün ama Hazreti Osman’a dokundurmayın!” demiştir. İşte, Ali Efendimizi bu hususiyetleriyle tanımak ve anlamak lazımdır.


Bununla beraber, Ehl-i Sünnet nazarında da, Hazreti Ali’nin diğer Sahabîler arasında ayrı bir yeri vardır. Bu müstesna konum, onun Allah Rasûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) cibillî yakınlığı, o haneye ait bazı sırlara vukufiyeti, hakikat-ı Ahmediyeyi velayet noktasında en kamil manada temsili, peygamber neslinin ondan devam etmesi ve bütün evliyanın baştacı olması… gibi mazhariyetlerden kaynaklanmaktadır.


Hazreti Ali, “Her peygamberin nesli kendinden, benimkisi ise Ali’den olacaktır!”; “Ben kimin dostu (mevlası) isem, Ali de onun dostudur.”; “Sen dünyada da ahirette de benim kardeşimsin!”; “Sen, Hazreti Harun’un, Hazreti Musa yanında aldığı yeri, benim yanımda almaktan razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber yoktur.” ifadelerindeki nebevî iltifata mazhar olmuş bir insandır.


Ayrıca, Rasûl-ü Ekrem’in (aleyhi ekmelüttehaya) neslini sevmek de Alevîsiyle Sünnîsiyle hepimiz için çok önemli bir vecibedir. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Allah Rasûlü’nün, peygamberlik vazifesine bedel olarak hiçbir ücret talep etmediği, ümmetinden sadece Âl-i beytine muhabbet istediği belirtilmektedir. Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem), bu hakikati teyid eden bir hadis-i şerifinde, “Nimetleriyle sizi rızıklandırdığı için Allah’ı sevin. Beni de Allah için sevin. Ehl-i beytimi ise benim sevgimden dolayı sevin.” buyurmaktadır. Yine, Habib-i Ekrem (aleyhissalatü vesselam) iki ayrı hadis-i şerifte, sırat-ı müstakimden inhiraf etmemeleri için ümmetine Kur’an, Sünnet-i Seniyye ve Ehl-i Beyt’e ittibayı emretmektedir. Sadık u Masduk Efendimiz, “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmazsınız. (Bunlar) Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünneti’dir.” demiş; bir başka defa ise, “Diğeri, Ehl-i beytimdir.” buyurarak Sünnet-i Seniyyesinin yerine mübarek neslini zikretmiştir.


Kerbela’ya Ağıt


Bizim için sevgileri dini bir vecibe sayılan Ehl-i Beyt’in hüznü de hepimizin gönlüne derin bir hüzün salmaktadır. Peygamber Nesli’nin maruz kaldığı belalar yine Alevîsiyle Sünnîsiyle hepimizin yüreğini dağlamaktadır.


Kendimi idrak ettiğim günden bu yana, gezip gördüğüm tekyelerde, zaviyelerde, medreselerde, sohbetlerinden istifade etmeye çalıştığım âlimlerin, âriflerin ve fazilet ehlinin meclislerinde Kerbela ile alâkalı mersiyeler okunduğuna ve bilhassa Seyyidina Hazreti Hüseyin’in maruz kaldığı zulüm hikaye edilirken herkesin hıçkıra hıçkıra ağladığına çokça şahit olmuşumdur. Alvarlı Efe Hazretleri’nin:


“Bu gün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar.
Bu gün eyyam-ı matemdir, bu gün âb-ı Revan ağlar.
Hüseyn-i Kerbela’yı elvan eden gündür.
Bu gün Arş-ı muazzamda olan âli divan ağlar.
Bugün Âl-i abanın gülşeninin gülleri soldu,
Düşüp bir ateş-i dilsuz, kamu ehl-i iman ağlar.
Güruh-i hanedana Lütfiya kurban ola canım,
İla yevmil kıyame can ile ehl-i iman ağlar.” sözleri hala kulağımdadır; bunlar söylenirken duygu pınarlarımızın coştuğu ve gözlerimizin yaşlarla dolduğu da hafızamda bugünkü gibi canlıdır.


Bu itibarla, ülkemizin, milletimizin ve topyekün insanlığın selameti hesabına, böyle ortak meselelerde bir mutabakat sağlayarak bir araya gelmemiz, karşılıklı olarak konuma saygılı davranmamız; dünkü kavga sebeplerini bugüne taşıyarak yeni çatışmalara meydan vermememiz ve asla birbirimizi suçlayıcı söz, tavır ve davranışlara girmememiz gerekmektedir.


Düşünün ki, günümüzde dünyanın huzuru adına, Hristiyan ya da Yahudi, bütün Ehl-i Kitap’la belli ölçüde bir kısım mutabakatlar sağlamaya çalışıyoruz. Hatta şimdilerde hoşgörülmesi icap eden hususların mevcudiyetine imada bulunmuş olmamak için “hoşgörü” tabirini bile kullanmamaya özen gösteriyoruz; “herkesin konumuna saygı” anlayışıyla hareket ediyoruz. Dahası, insanlık fasl-ı müştereğinde buluşarak herkesle bir nevi tanışıklık kurma vesilelerini kolluyoruz; Ehl-i Kitap olsun olmasın hemen her insanla diyalog yolları araştırıyoruz.


Öyleyse, en uzaktaki kimselerle dahi diyaloğa geçme, onların konumlarına saygılı davranma, müşterek değerler üzerinde uzlaşma, insanî birikimleri paylaşma ve dostluk köprüleri kurma yolları araştırdığımız bir dönemde, asırlarca kader birliği yapmış olduğumuz insanlarla evleviyetle bir araya gelmemiz ve el ele vermemiz gerekmez mi? Belli devirlerde, teferruata ait bir kısım meselelerde ortaya çıkmış olan farklı inançları, farklı anlayışları ve farklı yorumları bahane etmekten, onlar sebebiyle bölünüp parçalanmaktan ve türlü türlü isnadlardan dolayı birbirimizi üzmekten uzak durmamız icap etmez mi?


Diğer taraftan, şayet elinizdeki değerlere saygı duyulmasını ve sâir insanların da onlardan istifade etmelerini istiyorsanız, başkalarına ve onların değerlerine karşı saygılı davranmalısınız. İnsanlardan saygı görmenizin ve değer ölçülerinizden onları da istifade ettirmenizin biricik yolu onların anlayışlarına, hissiyatlarına ve değer atfettikleri hususlara saygılı olmanızdır. Siz saygı ortaya koyar ve onların değerlerine saygılı olursanız, onlar da saygıyla mukabelede bulunur ve değerlerinize karşı saygılı davranırlar. Şayet, siz aslı faslı olmayan uyduruk sözlerle karalamaya kalkar ve insanları sürekli zan altında tutarsanız, onları hem saygısızlığa zorlamış hem de güzelim değerlerinizden mahrum bırakmış olursunuz. Siz onlara karşı belli ölçüde açılmaz, muvakkaten dahi olsa kendinizi onların yerine koymaz ve duygularını idrak etmeye çalışmazsanız, onlara kendinize doğru bir adım dahi attıramazsınız. İnsanî değerler çerçevesinde, vatan ve cihan sulhü adına birbirinizden istifade etmeniz, birbirinize yardımcı olmanız ve yaşanılır bir dünya kurmanız, muhataplarınıza karşı anlayış göstermenize ve biraz empatiye bağlıdır. Bu husus, hem Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasındaki diyalog açısından hem de Sünnî Alevî münasebetleri zaviyesinden geçerli ve çok önemlidir.


Bu açıdan, bugün ister Alevîlerin ister Sünnîlerin isterse de aynı meşrebe bağlı değişik kolların temsilcilerinin birbirlerine anlayışla ve konuma saygı düsturuyla yaklaşmaları lazımdır. Herkesin ön yargılardan, vehimlerden, su-i zanlardan arınması ve hem kendisinin, muhatabından istifade edebileceğine hem de bazı hususlarda ona yardımda bulunabileceğine inanması gerekmektedir. Bu inançla, her kesimin dostluk çizgisinde bir araya gelmesi, bir grup kardeşlik eli uzatırken öbürünün güllerle mukabele etmesi ve bir taraf Ehl-i Beyt muhabbetiyle coşarken diğerinin de onun heyecanına ortak olması icap etmektedir.


Muharrem’de Oruç Açma Yemeği


Soru: Efendim; söz gelmişken, Muharrem ayı vesilesiyle düzenlenen, basına Alevî İftarı olarak yansıyan, sayın Başbakanımızın da iştirak ettiği ama bazı Alevî örgütlerinin tepki gösterdiği “oruç açma yemeği”yle alâkalı düşüncelerinizi lutfeder misiniz?


Cevap: İsteyen istediği davete icabet eder, istemeyen de etmez. Fakat, iftara katılanlara “düşkünlük yaptırımı” uygulanacağının ilan edilmesi yanlıştır. Bilindiği üzere, Alevî inancına göre, düşkün ilan edilenlerle her türlü irtibat kesilmekte, sadece onların cenaze namazları kılınmaktadır. Davete icâbet etmeme konusunda bazı mazeretler kabul edilebilecek olsa da, iftara gidenler hakkında boykot kararı almak, onları bir nevi aforozla tehdit etmek ve tertip heyetini gizli maksatlar taşımakla suçlamak kat’iyen doğru değildir. Niyetleri sadece Allah bilir; hiç kimse iç okumaya kalkışmamalıdır. “Bu iftarı düzenleyenler, yalnızca siyasî bir yatırım yapmak istediler.” diyenlere, Allah Rasûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bir münasebetle Hazreti Üsame’ye buyurduğu ve ahlak-ı âliyesi, âdet-i nebeviyesi açısından hep aynı çizgide davrandığı üzere, “Hel şekakte kalbehu – Yarıp da kalbine mi baktın?” dense sezâdır.


Bugün akl-ı selim ve ehl-i vicdan herkes artık ayrılıktan, iftiraktan, ihtilaftan gerçekten dilgir ve dağidar olmuş bir haldedir. Söz ve imkan sahibi insanlar, bu problemi çözebilmek ya da en azından küçültebilmek için buldukları her çareye başvurmaktadırlar. Mesela; bu çarelerden bir tanesi yabancı ülkelerin devlet başkanlarıyla, başbakanlarıyla ve devlet adamlarıyla bir araya gelip medeniyetler diyaloğu tesis etmeye çalışmaktır. Cihan sulhü açısından önemli olan bu gayretlerin yanı sıra, ülkemizin huzur ve barış atmosferine kavuşması için de, toplumun her kesiminden insanların aynı çatı altında, aynı sofra etrafında toplanmaları ve yan yana, omuz omuza ortak dertlere derman aramaları gerekmektedir. Evet, kalbleri ancak Allah bilir; onca insanın belli garazlarla ve başka maksatlarla o iftara katıldıklarını iddia etmek, en azından çokları hakkında su-i zan ve büyük bir haksızlıktır. Diyalog niyetiyle uzatılan elleri garaz arama neticesinde karşılıksız bırakmak ne kadar kabalıksa, bir araya gelmeye gerek olmadığı düşüncesiyle o türlü toplantıları bâtıl görmek ve bu işin bütün bütün aleyhinde olmak da aynı ölçüde kabalıktır.


Medenîler konuşa konuşa anlaşma taraftarı olmalı ve hemen her fırsatta bir araya gelmelidirler ki, herkes kendi güzelliklerini sergilesin, kendi doğrularını seslendirsin, kendi değerlerini temsil etsin ve böylece insanlar birbirlerini tanısınlar; karşılıklı vehimlerden, kötü düşüncelerden kurtulsunlar ve ortak noktalarda buluşsunlar.


Aslında, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mescidine gayr-i müslimler giremezler. Fakat, bizzat Allah Rasûlü, henüz İslam’a uyanmamış pek çok insanı orada misafir etmiştir. Onlar da, Ashâb-ı Kirâm’ın, İnsanlığın İftihar Tablosu’na karşı hürmetlerini, tavır ve davranışlarını, kendi aralarındaki muamelelerini, oturup kalkmalarını, yeme içmelerini görmüş; haklarında pek çok güft u gû duydukları bu insanları kendi nazarlarıyla değerlendirmiş ve ekseriyet itibarıyla bütün su-i zanlarından arınarak itminana ermişlerdir.


Ezcümle; Rehber-i Ekmel Efendimiz, uzun süre mü’minlerle beraber kalıp onları yakından tanıma fırsatı bulan birisine, “Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” demesini söyleyince, o bu teklifi kabul etmemiştir. Bunun üzerine, Şefkat Peygamberi ikraha başvurmayıp onu salıvermiştir. Adamcağız oradan biraz uzaklaşınca bir güzel gusletmiş, sonra Allah Rasûlü’nün yanına dönüp “Şayet, ilk teklifinizi kabul etseydim, cebren şehadet getirmiş olurdum; baskıyla ve zorla müslüman olduğum düşünülebilirdi. Fakat, şimdi hür bir insanım ve kendi irademle geldim!” demiş ve iman ikrarında bulunmuştur. Evet, temsilin gücü onu cezbetmiştir.


İşte, ister Alevî ister Sünnî, sürekli insanların kusurlarını arayacağına, gayr-i vaki beyanları hakikatmiş gibi kabul ederek bir kesimi yerden yere vuracağına ve böylece uzlaşma yolunu tıkayacağına, kendi değerlerini güzel bir temsil ile sergileme usulünü tercih etmeli değil midir? Şayet, bazı güzellikleriniz varsa, içinizin yansıması olan görüntünüzle onları insanların önüne bir ziyafet sofrası gibi sererek herkesi istifade ettirme imkanına sahipken, neden ihtilaflı mevzuları gündeme getirerek hep uzak kalma, ayrı yaşama ve yersiz şüphelerle toplumu parçalama yoluna gidesiniz ki?!. Devamlı karşıdakini suçlama ve başkalarını zan altında bırakmayla ne siz bir yere varabilirsiniz ne de içtimaî uzlaşma zeminini yakalayabilirsiniz. Uzlaşma, biraz göz yummaya ve farklılıkları görmemeye bağlıdır. Müşterek olan meselelerde mutabakat sağlar ve el ele tutuşursanız, ancak o zaman ittifaka açılabilir ve huzur içinde yaşayabilirsiniz.


Kitabî Alevîlik


Soru: Seneler önce Alevîlerin şifahî kültürlerini yazılı kültür haline getirmeleri gerektiğini ifade etmiştiniz. Böyle bir çalışmaya ihtiyaç duyulmasının sebepleri nelerdir?


Cevap: Zannediyorum, artık çokları bu ihtiyacın farkındalar ve bunun mutlaka yapılması gerektiğine inanıyorlar. Fakat, maalesef, sayıları az da olsa, bir kesim hep art niyetli davrandıklarından, başkaları hakkında su-i zan ediyor ve onların da gizli maksatları olduğunu düşünüyorlar; dolayısıyla, en masum ve faydalı taleplerin ya da tekliflerin dahi karşısında yer alıyorlar.


Keza, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Alevîliğin klasikleşmiş on yedi kitabını basma kararı bazıları tarafından tepkiyle karşılandı. Kimileri bunu, Alevîleri asimile etmenin bir parçası olarak gördüler. Oysa, meseleye daha mülayim yaklaşılabilir; o işin mükemmel ve herkesin kabulüne şâyeste şekilde yapılması için neler lazımsa, o hususlar seslendirilebilir ve neticede bu eserler toplumun tamamı için çok önemli birer kaynak haline getirilebilirdi. Böylece, insanları farklı mülahazalara sevk edecek ve ayrı düşürecek unsurların da önüne geçilmiş olurdu. Zira, temel kitaplar ölçü ittihaz edilmezse, bazen heva ve heves fikir suretine bürünebilir ve hissiyat, düşünceleri belirleyip onlara yön verebilir. Evet, belli başlı disiplinler fertlerin inisiyatifine bırakılırsa, şahsî mülahazaların önü kat’iyen alınamaz ve asla birlik sağlanamaz.


Kat’iyen, Alevî dedelerine, babalarına, mürşitlerine, pirlerine ve rehberlerine itiraz etmiyorum. O bir sistemdir; madem onlar saygı duyuyorlar, kendilerine hürmet edilen insanların saygınlığıyla uğraşmak doğru değildir. Ne var ki, genel telakkiye ait meseleleri sağlama bağlamanın ve sarsılmaz bir zemine oturtmanın yollarından en önemlisi; falanın beyanı, filanın ictihadı, şunun tahrici, bunun istinbatı… yerine, bu mevzuda büyük kabul edilen insanların kaynak sayılan kitaplarına başvurmaktır.


Bu itibarla, Alevîler de, kendilerince önemsedikleri ve yanılmaz saydıkları insanların kitaplarını bir edisyon kritikten geçirerek, baştan sona tahkik ederek ve günümüzün imkanlarıyla kullanıma daha elverişli şekilde basarak herkesin istifadesine sunabilirler. Böylece, insanları asıl kaynaklarla yeniden buluşturarak, birleşmek ve uzlaşmak için sağlam bir zemin hazırlamış olurlar. Bir kere daha ifade etmeliyim ki, şayet meseleler şahısların ictihadlarına bırakılacak olursa, çok farklı görüş ve anlayışlar ortaya çıkar; hakkı kendinde görmeler, bölünmeler ve kavgalar devam eder gider. Dahası, şartlar değiştikçe ve konjonktür farklılaştıkça, ictihadların mahiyetleri de değişir ve altından kalkılamayacak ihtilaflar zuhur eder. Bunlar da toplumu hep böler, parçalar; anlaşmadan ve uzlaşmadan alıkoyar.


İşte bu mülahazalarla, senelerce önce Alevîlerin ileri gelenlerine, “Şayet ‘Bizim de bir kütüphanemiz olsun; İmam Cafer-i Sadık’ın Buyruk’u, Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ı, Besmele Tefsiri, Fuzulî’nin Hadikatü’s-Süeda’sı, Mevlana’nın Mesnevi’si, Yunus’un Divan’ı, Hoca Ahmet Yesevi’nin Farkname’si gibi kaynaklarımız orada bulunsun! Vicahî kültürü kitabî kültür haline getirelim, hem biz okuyalım hem de çocuklarımıza miras bırakalım!’ diyorsanız, biz bu mevzuda size elimizden geldiğince yardım edelim.” dedim. Bu teklifimde o kadar samimi davrandım ki, “İmkanınız olmadığından dolayı cemevi yapamıyorsanız, alın burayı kullanın ya da şurayı kültür lokali yapın, demek isterdim; fakat, bazıları bunu yanlış yorumlar ve dile düşürürler. Siz kendiniz yapın ki, kimse bu işi değişik garazlardan dolayı akâmete uğratmasın. Biz de gücümüzün yettiği kadar size yardımda bulunalım.” diye ekledim.


Cemevi ve Uzlaşma Zemini


Soru: Cemevi açma konusunda da yardımda bulunmayı mı teklif etmiştiniz?


Cevap: Evet, o mevzuda da teklifim olmuştu. Gerçi, cemevinin statüsü meselesi, Anayasa’nın belirlediği çerçeveye uygun olarak ancak devletin bileceği ve takdir edeceği bir konudur. Fakat, şahsî kanaatime göre, bazı yerlerde caminin yanında bir tane de cemevi yapılmasında hiçbir mahzur yoktur.


Hatta, bir üniversitemiz olsa, onun kampüsünde Yahudiler kendi dinlerini talim etseler, aynı yerde Hristiyanlar kendi enstitülerini açsalar; orada müslümanların da hususiyle ilahiyat fakülteleri yer alsa; dahası, değişik mezheplerin esaslarının öğretildiği kürsüler bulunsa.. o tek saha içinde, her inanç ve düşüncenin temsilcileri bazen koridorda yürürken, bazen bahçede dolaşırken, bazen parkta otururken ve bazen de kafeteryada çay içerken bir araya gelseler… Zannediyorum, o atmosferi paylaşan insanlar, zihinlerine kazınan “öteki” imajının hiç de doğru olmadığını görecek ve hiç farkına varmadan birbirlerine karşı ısınacaklardır; bir süre sonra da el sıkışacak ve birbirlerini anlamaya çalışacaklardır. Dolayısıyla, aralarındaki o sun’î nefret duygusu zamanla silinecek ve herkesin konumuna saygı anlayışı onun yerine geçecektir. İşte, mesele bu seviyede bir birliğe ve beraberliğe ulaştırılınca, onun tesirleri tabana da intikal edecek ve bir uzlaşma havası her yana hakim olacaktır. Bu arada, kendi beslenme kaynaklarının doğruluğundan şüphe etmeyen kimselerin böyle bir beraberlikten endişe duymaları da söz konusu değildir.


Kanaatimce, Alevîlere karşı da benzer bir yaklaşım sergilenmesi gerekmektedir. Keza, onların, cemevinde kendilerine göre ibadet yapmalarına imkan verilmelidir. Evet, az önce de belirttiğim gibi, cemevine resmen ibadethane statüsü tanıma gibi mevzular ancak anayasa ve kanunlar dahilinde devlet kurumlarının belirleyebileceği hususlardır; onlar beni ve şahısları aşan konulardır. Ne var ki, kendi hissiyatım açısından, Alevîlerin ülkenin birlik ve beraberliğine zarar vermeyecek, anarşiye ocaklık ve yataklık yapmayacak ve bir kısım asîleri bağırlarında barındırmayacak şekilde cemevinde toplanmalarında, orada semah yapmalarında, ibadetlerini yerine getirmelerinde ve kendilerine göre bazı manalar atfettikleri âdetlerini icra etmelerinde bir sakınca görmüyorum. Bu cümleden olarak, cemevlerinin vicahî kültürden ziyade kitabî kültürün hakim olduğu mekanlar haline getirilmesinde fayda mülahaza ediyorum.


Bu düşünceler ışığında, biz 1990’lı yıllarda Türkiye’de bulunan bütün farklı dinlerin müntesipleriyle, azınlıkların temsilcileriyle, değişik inanç, düşünce ve mezheplerin tâbîleriyle belli mekanlarda toplanmış, aynı sofra etrafında bir araya gelmiş, yan yana oturmuş; birbirimizi dinlemiş, karşılıklı mülahazalarımızı anlatmış ve fikir alış verişinde bulunmuştuk. Hoşgörü ve diyalog meltemlerinin estiği o dönemde, bazı Alevî temsilcileriyle de görüşme imkanı bulmuş; Alevî Sünnî münasebetleri, cemevi meselesi, kitabî kültüre geçiş mevzuu gibi konularla alâkalı hissiyatımızı ve kanaatlerimizi dile getirmiştik. Heyhat ki, Türkiye’de birlik ve beraberlikten hoşlanmayanlar, o dostluk atmosferini dinamitlediler. Dolayısıyla, mevzuyla ilgili ihtiyaçları ve yapılması gerekenleri takip etme, aramızdaki irtibatı daha da kavîleştirme imkanımız olmadı. Yoksa, o günlerde el eleydik, omuz omuzaydık, çoklarıyla bir problemimiz yoktu; hemen herkesle görüşüyor ve barış içinde yaşayıp gidiyorduk. Fakat, maalesef, halk ifadesiyle diyeyim, o dalgaya taş attılar, mütedahil halkaların insicamını bozdular ve huzur bozucular kendi açılarından turnayı gözünden vurdular.


Ne var ki, o güzel gidişat engellendi diye bu meseleyi olduğu gibi bırakmamalıyız; “vira bismillah” deyip yeniden işe koyulmalı, kaldığımız yerden devam etmeli, birlik ve beraberliğimiz için gerekli olan her şeyi yapmaya çalışmalıyız. Nasıl ki, Anadolu’nun fedakâr insanları, hususiyle Güneydoğu illerimizde kurban eti dağıtırken ve fakirlere yardım ederken herhangi bir ayırım yapmadılar; gittikleri yerlerde Sünnî, Alevî, Nasturi, Nusayri, Süryani ve Ermeni… yani, hemen her soydan ve inanıştan kimselerle karşılaştılar ama onlar, muhataplarının etnik ya da dinî kökenine bakmadan yardımda bulundular. İşte, bundan sonra da aynı şekilde davranmalı ve ırkî mülahazalara girmeden, mezhep farklılığı gözetmeden, meşrep ayrılığını “öteki” saymaya vesile etmeden mağduriyet yaşayan herkesin imdadına koşmaya gayret göstermeliyiz. Sosyal coğrafyadaki bütünlüğü nazara almalı, ona göre bir hizmet için yol haritası belirlemeli ve toplumumuzun partiküllerini oluşturan herkese karşı aynı saygı ve sıcaklıkla muamele ederek -Allah’ın izniyle- ihtilafların ve iftirakların önünü kesmeliyiz.


Bu arada, hiç unutmamalıyız ki, Türkiye’deki bütün bölünmelerin, parçalanmaların, ihtilafların, terörü besleyen aykırılıkların ve fitnelerin arkasında bilhassa dış güçler ve onların içerideki uzantıları vardır. Bazı kesimleri karalama ve zan altında bırakma kasdıyla ortaya atılan ithamların, isnatların ve iftiraların pek çoğu da bu şer şebekeleri tarafından ihdas edilmekte ve halk arasında yayılmaktadır. Dine, diyanete, inanca, anlayışa, felsefeye ve mezhep telakkisine karşı hakaret içeren sözler de ekseriyetle onlar tarafından üretilmektedir. Bu şerirler, en masum faaliyetleri dahi bir kısım gizli gayelere bağlıymış gibi göstererek onlara karşı itiraz seslerinin yükselmesini ve o hayırlı işlerin baltalanmasını sağlamaktadırlar. Maalesef, her dönemde, her şeyden habersiz bazı kimseleri de kendi yanlarına çekerek ülkemizde sulh ve sükunun yerleşmesine mani olmaktadırlar.


Bu itibarla da, birlik, beraberlik ve uzlaşma adına ortaya koyacağımız gayretler her zaman herkes tarafından tasvip edilmeyebilir; bazı kimseler yaptıklarımızı isabetli görmeyip itirazda bulunabilirler. Fakat, bu itirazlar bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır. Bildiğiniz gibi, diyalog adına dünyaya açıldığımız zaman, belli bir kesim “Hristiyanlığa ve Yahudiliğe taviz veriliyor, misyonerlik güçlendiriliyor, din elden gidiyor!” gibi hezeyanlarını yüksek sesle dile getirmişlerdi. Şimdi buyursunlar; dünyadaki iftirakı, ihtilafı ve terörü durdursunlar; bütün müslümanların alınlarına “terörist” lekesinin çalınmasına mani olsunlar!.. Bir gün onlar da anlayacaklardır ya da bugün anlamışlardır ki, bunun yegâne çaresi; insanları bir araya toplama, uzlaştırma, barıştırma ve onları hayatı paylaşmaya hazır hale getirmedir. Dolayısıyla, iftirakı ve ihtilafı bertaraf etmek için ne türlü gayretlere ihtiyaç varsa, bunların hepsi eksiksiz ortaya konulmalı ve bu hususta kınayanların kınamalarına asla aldırılmamalıdır.