Mü’minlerin Helâki İftiraktadır!..

Mü’minlerin Helâki İftiraktadır!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, ümmetinin tefrikaya düşmemesi için dua ettiği ama bu duasının kabul görmediği anlatılmaktadır. Habîb-i Ekrem’in bu duasının makbul sayılmayışında nasıl bir mesaj ve ne türlü hikmetler söz konusu olabilir?


Cevap: Şefkat Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz kadar ümmetine “düşkün” bir başkasını göstermek mümkün değildir. Bu hakikati ifade sadedinde Kur’an-ı Kerim’de, “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) denilmektedir. Rahmet Peygamberi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) ümmet-i Muhammed’e karşı alâkası fevkalâde ve had safhadadır. Müşfik Nebî, şefkat, merhamet, mülâyemet ve ümmetin dertlerini kendi içinde duyma hususlarında çok hassastır. Bir hadisin ifadesiyle, Cehennem’dekileri kurtarmak üzere Cennet’ten çıkmaya ve öfkeli alevleri göğüslemeye hazır olması da O’nun merhametini, duyarlılığını ve vicdan enginliğini aksettirmektedir. O, hayatı boyunca hep ümmetini dilemiş, mü’minler için yalvarıp yakarmış; onların akıbetlerini düşünerek heyecanla çırpınıp durmuş ve çok defa ellerini açıp Cenâb-ı Hakk’a içini dökerek onlar için dua etmiştir.


Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), yine bir gün ümmet-i Muhammed’in dertleriyle iki büklümken, Hazreti Rahman u Rahîm’den üç talepte bulunmuştur; ümmetinin açlıkla cezalandırılmaması, geçmiş kavimler gibi toplu helâke uğramaması ve tefrikaya düşmemesi için niyaz etmiştir. Allah Teâlâ, Rasûl-ü Ekrem’inin ilk iki duasını kabul eylemiş, fakat, üçüncüsünü belli hikmetlere binâen geri çevirmiştir. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri, mealen şöyle buyurmuştur: “Habibim, Ben bir hüküm verirsem, artık o öylece gerçekleşir. Sana ahdim olsun ki, ümmetini umumî kıtlıkla cezalandırmayacağım, toplu şekilde helâke uğratmayacağım ve köklerine kibrit suyu akıtıp mevcudiyetlerine tamamen son verecek bir düşmanı onlara musallat etmeyeceğim. Fakat, onlar kendi aralarında kavgaya tutuşup birbirlerine kıyacaklar!..”


Evet, başka kavimler isyana daldıkça semavî ve arzî afetler onları bütünüyle kırıp geçirmiştir; ama ümmet-i Muhammed böyle bir akıbetten sıyanet edilmiştir. Ne var ki, inananların da cürüm işledikçe birbirlerine düşmeleri, birlik ve beraberliklerini kaybetmeleri, ihtilaf ve iftiraklarla hırpalanmaları mukadderdir. İşte, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, böyle bir felaketin ümmetinden uzak olması için de dua dua yalvarmış; ancak, bazılarını tahmin ettiğimiz ama ekseriyetini bilemeyeceğimiz pek çok hikmete binâen Cenâb-ı Hak Habîb-i Edîb’inin bu niyazına “kabul” mührü vurmamıştır.


Hissî Değil, İrâdî Kardeşlik


Kanaatimce, bu hikmetlerden birisi, insan iradesine dikkat çekmek ve ittifakın iradeye vâbeste bir mesele olduğunu bildirmektir. Vifak ve ittifakın temini için insanlardan iradelerinin hakkını vermeleri istenmektedir. Şüphesiz, “hissî kardeşlik” de önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok aklî, mantıkî ve irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gereklidir. Mü’minlerin anlaşıp birleşmelerinde ve birbirlerini sevmelerinde esas olan, hissîlikten öte, duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin, içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Mesela; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir… Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir… Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.


Malum olduğu üzere, kısaca “arzu ve istekleri gerçekleştirme yeteneği” demek olan ve isteme, dileme ya da iki şeyden birini tercih etme manalarına gelen irâde, “nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek her yerde ve her durumda kendine rağmen yaşama ve O’nun murâdını arama” şeklinde tarif edilmiştir. İşte, Allah Teâlâ, insana bu manada bir irade gücü vermiş; onu bir ağaç veya herhangi bir sürünün bir parçası olarak değil, kendi yolunu belirleyebilecek mesul bir varlık keyfiyetinde yaratmıştır. Bu itibarla da, ondan her konuda iradesinin hakkını vermesini istediği gibi, vifak ve ittifak mevzuunda da kendi ihtiyar ve gayretiyle doğruyu bulmasını dilemiştir.


Aslında, netice itibarıyla kalbleri telif edecek, insanları birbirine sevimli kılacak ve dostluk köprülerinin kurulmasını sağlayacak olan sadece Allah’tır. Nitekim, İlahî Kelam’da “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin, yine de onların kalblerini birleştiremezdin; fakat, Allah onları birleştirdi. Çünkü O Aziz’dir, Hakîm’dir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Enfal, 8/63) buyurulmuştur. Evet, kalbleri birbirine ısındırmak, insanları bir araya getirmek ve onlardan bir vahdet örgülemek için dünya dolusu altın gümüş sarfedilse yine de yeterli olmaz. Servet harcamak suretiyle çeşitli insanları zâhiren bir araya getirmek imkan dahilindedir; ama, onların kalb ve vicdanlarını barıştırıp yakınlaştırmak bununla kabil değildir. Allah’tır ki kalbleri yumuşatır, insanları uzlaştırır ve aralarında bir vahdet-i ruhiye hasıl eder.


Cenâb-ı Hakk’ın bu lütfunun en bariz misallerinden birisi, Evs ve Hazrec kabilelerinin birbiriyle kardeş haline gelmesidir. İslamiyetten önce öfke, kin, haset ve düşmanlık duyguları içinde yüzen; yüz yıllık kan davasından dolayı birbirlerinin canına kıyan, mallarını yağma eden; kat’iyen bir araya gelemeyen, anlaşamayan, uzlaşamayan ve Rasûl-ü Ekrem’e biat edişlerinden birkaç sene önce de Bu’as harbine tutuşan bu iki kabile, nihayet ilahî inayet ve lütuf sayesinde Allah ve Rasûlullah sevgisiyle birbirlerine kenetlenmiş ve hepsi tek yürek, tek bilek haline gelip huzura ermişlerdir.


Uhuvvet İçin Fiilî Dua


Bu açıdan, nihaî planda kalbleri birbirine ısındıranın ve kardeşlik duygusunu inkişaf ettirenin Cenâb-ı Hak olduğuna gönülden inanmak ve mü’minleri aynı istikamet çizgisinde buluşturması için her zaman O’na yakarışta bulunmak lazımdır. Ne var ki, bu mevzuda pratik hayatta da bazı şeylerin yapılması gerektiği, bunların şart-ı âdî planında vifak ve ittifaka vesile teşkil edeceği ve fiilî dua yerine geçeceği de unutulmamalıdır.


Evet, insan, bir odun parçası ya da bir sürünün şuursuz azası değildir ki, cebren başkalarıyla ittifak etsin ve bir araya gelsin. Onun farklı düşüncelerinin, şahsî mülahazalarının ve bir kısım aykırılıklarının olması gayet tabiîdir. İnsandan beklenen, her söylenene hemen boyun eğmesi, haricî zorlamalarla bir noktaya gelmesi ve diğer insanlarla taşlar misali şuursuzca omuz omuza vermesi değildir; ondan istenen, bazı iç tepkilerini ve reaksiyonlarını irade, mantık ve muhakemesiyle bastırması ve vifakı iradî-mantıkî olarak gerçekleştirmesidir.


Her zaman “insana hürmet” deyip bütün gönülleri hoş tutmaya çalışmak, farklı düşünceleri saygıyla karşılayıp her fırsatta etrafa tebessümler yağdırmak, herkese bir anne şefkatiyle yaklaşıp Allah’ın san’at eserleri olmaları açısından bütün insanlara alâka duymak ama bu alâkaya karşılık hiçbir talepte bulunmamak, hep bu espri içinde oturup-kalkmak ve herkese kadeh kadeh sevgi sunmak; sonra da evrensel bir dil geliştirmek, o dil sayesinde insanları uzlaştırmaya çalışmak, bir kısım âlemşümul argümanlar kullanarak aralarında uçurumlar meydana gelmiş milletleri birbirine bağlayacak köprüler kurmak ve yeryüzünde “sulh adacıkları” oluşturmak… İşte, bütün bunlar fiilî birer duadır ve şart-ı âdî planında insan iradesine bağlı olarak başvurulması gereken vesilelerdir. Mü’minler, iradelerinin hakkını vererek bunları gerçekleştirirlerse, vifak ve ittifakın temini için üzerlerine düşeni yapmış sayılacaklardır. Onlar ellerinden geleni ve güçlerinin yettiğini eda edince, Allah Teâlâ yapılanların küçüklüğüne ve vesilelerin ehemmiyetsizliğine bakmaz; O, kendi nâmütenahî kudret, irade ve meşietiyle Ulûhiyetine yakışır şekilde mukabelede bulunur. Evet, sultana sultanlık, nitekim gedaya da gedalık (köle, dilenci) yaraşır. İnananlar Cenâb-ı Hakk’a geda olmanın gereklerini ortaya koyunca, o Sultanlar Sultanı da şe’n-i rubûbiyetinin gereğini yerine getirir.


Başarının En Büyük Vesilesi


Diğer taraftan, iradî olarak vifak ve ittifak arayışında çok büyük bir sevap da söz konusudur. Evet, ihtilafa karşı durmanın, iftiraka göğüs germenin ve hep ittifak arkasında koşmanın da getireceği bir sevap vardır. Namaz, oruç ve zekat gibi ibadetler birer sevap vesilesi olduğu gibi, tefrikaya karşı adeta harp ilan etme ve anlaşmak, uzlaşmak, birlik ve beraberlik içinde yaşamak için cehd gösterme de çok önemli bir sevap kaynağıdır. İnsanın, sırf vifak ve ittifak arayışından dolayı, kendisine ters gelen meseleleri dahi iradesiyle aşması, zakkum yemiş gibi olacağı ve hazmetmekte zorlanacağı hususlara bile -yine iradesiyle- bir belaya katlanır gibi katlanması ve “İlle de ittifak!..” demesi, ona, nimetlere karşı hamd ü sena etme sevabı ya da ibadetler, musibetler ve günahlar karşısında sabırlı olma mükafatı misillü sevaplar kazandırır.


Ayrıca, bu sevaplardan herbirinin hem dünya hem de ukba cihetinden baktığı noktalar vardır. İttifak arayışının kazandıracağı sevap da, uhrevî mükâfatlarının yanı sıra, dünyada mü’minlerin muvaffakiyeti için çok önemli bir vesiledir. Zira, Allah Teâlâ mü’minleri muvaffak kılacak ve muvazene unsuru bir millet haline getirecekse, bunu aralarındaki vifak ve ittifaka mükâfat olarak ihsan edecektir.


Evet, vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhî (Allah’ın mü’minleri başarılı kılması) için pek mühim bir davetiyedir. Vifak, aynı müstakim çizgi üzerinde birleşme; ittifak da bu birliğin insan ruhunda tabiat haline gelmesidir. Diğer bir ifadeyle, ittifak; insanların, anlaşıp bütünleşmeleri; beraberce, karşılıklı saygı içinde ve sevgi yörüngesinde yaşamayı tabiatlarının ayrı bir derinliği ve farklı bir buudu haline getirmeleri demektir.. ve öyle inanıyorum ki, bu birlik ve beraberlik ruhu, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkini yâr etmesi adına el-Kulûbu’d-Daria’yı her gün hatmetmekten daha çaplı bir dua ve kabule karîn bir münacâttır. Vifak ve ittifak içinde, birbiriyle bütünleşmiş ve tek vücut haline gelmiş insanların ruh ve gönlüne her zaman sekîne yağacak; darda kaldıklarında yed-i kudret ve ilahî inâyet hemen imdadlarına yetişecek ve Mevlâ-yı Müteâl onları hep müsbete, güzele ve doğru yöne sevkedecektir.


Başarısızlığın En Önemli Sebebi


Binâenaleyh, şayet bir beldede ya da bir birimde başarısızlık varsa, orada bir fiyasko yaşanıyorsa veya beklenen netice bir türlü elde edilemiyorsa, bunun sebebi de her şeyden önce uhuvvet ruhunun korunup korunamadığında aranmalıdır. Birlik şuurunu yitirmiş, kardeşlik hislerini kaybetmiş ve birbirinin kurdu haline gelmiş kimselerin başarılı olmaları ve ortak hedeflerine ulaşmaları mümkün değildir. Hele adanmış ruhlar arasında bulunanlardan, tefrikaya düşmüş olduğu halde i’lâ-yı kelimetullah yolunda muvaffakiyeti yakalayabilmiş ve başarılı kalabilmiş insan göstermek neredeyse imkansızdır.


Bundan dolayıdır ki, ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde vifak ve ittifakın çok önemli sonuçlarına kesretle işarette bulunulmuştur. Bilhassa, “Mü’minler başka değil, ancak kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nâil olasınız.” (Hucurât, 49/10) mealindeki ilahî beyan ve bunun şerhi sadedindeki nebevî ifadeler, kardeşlik ruhunu korumanın ve mü’minlerin arasını bulmanın bir vazife olduğunu vurgulamaktadır.


Bilhassa günümüzde, çok çeşitli husumet ve kavga sebepleri olduğundan milletin her ferdine “te’lif-i beyn” mesuliyeti de düşmektedir. Te’lif-i beyn; ara bulma, barıştırma, uzlaştırma ve husumeti defetme demektir. İki insan, iki zümre veya iki hizip birbiriyle vuruştuğu zaman, onların haricinde olan kimselere düşen vazife te’lif-i beyndir. İster bir ailede, ister bir kurumda, ister bir toplumda ve isterse de topyekün bir ülkede havanın gerilmesi, başlangıçta tahmin edilemeyecek büyük kayıplara sebebiyet verebilir. Bu itibarla, fertler, zümreler, değişik kesimler, farklı topluluklar ve hatta çeşitli milletler arasında vuku bulan anlaşmazlıkların büyümesine kat’iyen fırsat verilmemeli ve hiç vakit geçirilmeden mutlaka bir uzlaşma yoluna gidilmelidir. Belki bugün, hem özel hem de resmi her müessesede bir te’lif-i beyn birimi olmalı ve bu heyet herkesi çok yakından takip ederek kırgınlıkların, dargınlıkların ve birbirinden uzaklaşmaların önünü almalıdır.