Medya ve Düğmeye Basma

Medya ve Düğmeye Basma
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Efendim, bir kere daha düğmeye
basılmış gibi sizinle uğraşmaya başladılar. Bazı
medya organları hergün bir yalan haber yayıyor;
olmadık iddialarda bulunuyorlar. Bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Önceleri medyayı çok ciddiye alıyor
ve aleyhime yazılan en küçük bir haberden bile aşırı
rahatsız oluyor, çok üzülüyordum. Üzüntümün en önemli
sebebi de masum insanların kandırılmasıydı. O günlerde
halkımızın medyaya büyük bir güveni vardı. “Gazetede
yazıyor” olması bir meseleye inanmak için yeterli
sebepti. Fakat, bazı medya organları hem umum manada
güvenilirliğini kaybetti ve hem de şahsımla alakalı
o kadar çok yalan haber çıktı ve o haberler tekzipler
gördü, mahkemelerce de yalanlandı ki, artık yazılıp
çizilenlere hiç kimsenin inandığını zannetmiyorum.

Yalan haber yazıp, televizyonda gösterenlere çok
hayret ediyorum. Bir gün sonra uydurma olduğunun
ortaya çıkması kat’î olan bir haberi nasıl yazar
çizerler anlamıyorum. Yazıp çizdikten sonra da,
nasıl olur da hiçbir mahcubiyet duymadan halkın
içinde dolaşır, bir başka kurban ararlar onu da
hiç anlamıyor, bu yaptıklarını insanlıkla bağdaştıramıyor
ve onların acınacak bu haline üzülüyorum. Bir telefonla
gerçeğini öğrenebilecekleri bir haber yayıyorlar.
Mesela, ‘pasaportun süresi şu tarih’ diyorlar. Ortada
resmi makamlar var; resmi kayıtlar var. Bir telefonla
bunlar öğrenilebilir. Ama o zahmete katlanmayıp
sayfalar dolusu iftira yazıyorlar. Ele aldıkları
konuyla da hiç alakası olmayan bühtanları birbiri
arkasına sıralıyorlar.

Bazen avukatlarım açıklama yapıyor ve basın bildirisi
veriyorlar. Onlara bile ihtiyaç yok aslında. Ben,
milletimizin sağduyusuna güveniyor ve bu iftiralara
tek bir insanın inanacağına ihtimal vermiyorum.
Halkımızın, bazılarının zannettiğinden daha olgun
ve duyarlı olduğuna; doğruyu ve yalanı birbirinden
ayırdedeceğine inanıyorum. Fakat, avukatlar da tavzih
etmezse, isnatların doğru olduğunu kabul etmiş sayılırız.
Bu da işin gerçek yüzünü bilmeyen milyonlarca insanın
iftiraya teslim edilmesi demek olur. İnsanları suizana
itmiş oluruz ki, hem suizan etmek ve hem de ona
sebebiyet vermek günahtır.

Aslında ben elimden geldiği kadar Hz. Ebû Bekir’in
tavrını takınmayı yeğliyorum. Bir gün adamın biri
Hz. Ebu Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler
savurmuş. Hz. Ebu Bekir sükut etmiş, uzun bir süre
hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların
sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak
birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz:
"Ebû Bekir! O adamın sana kötü söz söylediği
her defasında, sen sabrederken, bir melek seni müdafaa
ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı."
buyurmuştur. İşte genel düşüncem budur; Allah her
şeyin aslını biliyor ve halkımız da olup bitenleri,
gerçekleri görüyor ya!.. Öyleyse ehl-i insaf kararını
verir, savunanlar beni değil hakikati, doğruyu savunur.
Benim kendimi savunmama gerek yok zannediyorum.

Ne var ki, doğruları yazan, fakiri savunan insanları
bile ademe mahkum etmek isteyenler var. Bir yazar,
hakkımda iyi ve lehte bir yazı yazsa onun üzerine
de hışımla gidiliyor ve yeni bir yalanla o şahıs
da bana nisbet ediliyor. Dahası, nerede dürüst ve
milliyetperver bir insan varsa onu da harcamak için
hemen bana nisbet ediyor, bu da ondan deyip bir
yaygara koparıyorlar. Çalmamak, çırpmamak, ahlaklı
olmak suçmuş gibi davranıyor, namaz kılan, bir Cuma’ya
giden insanı bile benimle irtibatlandırıp bir teşkilat,
bir örgüt yapısı arıyorlar.

Bu tür meseleler üzerinde konuşmak da hoşuma gitmiyor.
Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın; gelin
biz Allah’tan konuşalım. Sohbetimiz, “cânan sohbeti”
olsun bizim.
Bu dünyanın bir de ahireti var. Ve ben kendimi ahiretin
eşiğinde kabul ediyorum. Şu son günlerimi sadece
O’na ibadet u tâatte bulunup, yalnızca O’nun esmâ
ve sıfatlarıyla ilgili konuşup, ruhumu eline vereceğim
aziz misafiri bu hal üzere beklemek istiyorum. Çok
hastayım. Bir senedir ayda birkaç sayfa yazı bile
yazamadım. Hem kalb, hem seker hastalığı ve hem
de norapatiden kaynaklanan ellerimdeki hareket kısıtlılığı
okuyup yazmama bile mani oluyor. Uzun bir süre biraz
düzelir ve iyileşirim diye bekledim. Şimdilerde
ise, hastalıklarımı iyiden iyiye kabullendim; dost
oldum onlarla. Geçen ay bir-kaç yazı karalamak istedim.
Fakat, gücüm ancak kısa kısa notlar almaya yetti.
Bir arkadaşa aldığım o notları dikte ettim. Bu şekilde
iki-üç yazıyı tamamlayabildim.

Ama bir kere daha ifade etmeliyim ki, bu sözlerim
şikayet değil; ben daima Rabbimin rahmetini umuyorum,
lâkin O’ndan gelen her şeye de bin can ile razıyım.
Hastalıklarıma da razıyım ve onlardan şikayetçi
değilim.

Yıkık Bir Dünya ve İhsanlar
Kuşağı

Nimetlere mazhariyet çok önemlidir. Allah’ın size
iman bahşetmesi, yükselme ve terakki etme helezonunda
belli bir noktaya çıkarması önemli bir mazhariyet
ve büyük bir lütuftur. Fakat, bundan daha büyük
bir lütuf varsa o da, bu lütfun vicdanda sezilmesi,
duyulması ve insanın her dakika, hâlen ve kâlen
Allah karşısında iki büklüm olup "Allah’ım
sana sonsuz şükürler olsun!" diyebilmesidir.

Eğer, ateizmin hükmettiği bir ülkede doğup büyüme
boşluğunu az buçuk duyup tatmış olsaydınız -Allah
(celle celalühu) duyurup tattırmasın- dinsizliğin,
imansızlığın paletleri altında ezilip preslenmenin
ne demek olduğunu; mabedsizliğin, mescidsizliğin,
minaresizliğin, ezansızlığın ve duyguda-düşüncede
Allahsızlığın, peygambersizliğin, kitabsızlığın
ne demek olduğunu biraz olsun anlayabilirdiniz…

Bir dönemde belli İslam ülkelerinde de diğer yerlerdekine
benzer maddi-manevî mahrumiyetler yaşandı ve yaşanıyor.
Bu meş’um dönemin şiddetini, hiddetini, öfkesini,
karını-buzunu idrak edip yaşayan nesiller, o günlerin
ızdırabını, büyük bir dehşet ve ürperticilikle yudumladılar.
Böyle şiddetli bir zulüm ve istibdadın hâkim olduğu
bazı ülkelerde, bir tek insanın arkasına adeta ordular
takılıyor ve onun her hareketi yakın takibe alınıyordu.
Buralarda, bir cami dolusu insanın aynı duyguya
bağlanması, aynı düşünceye düğümlenmesi ve bir mabedde
aynı gaye-i hayalle biraraya gelmesi şöyle dursun,
bir ferdin kendi evinin en ücra köşesinde endişesiz,
korkusuz Rabbine karşı sorumluluklarını yerine getirmesi
dahi çok zordu.

Evet, işte bu ülkeler hakiki bir tek mümine hasret
duyulan ülkelerdi. Buralarda, hayatın içinde din
yoktu, kalb ve ruh hayatı yoktu, diyanet yoktu.
Dini değerler genç nesillere unutturulmaya çalışılıyor,
her şeye rağmen dinini gönlünce yaşamak isteyenler
baskı altına alınıyor, sinenler siniyor; sinemeyenler
ya hapse atılıyor ya da sürgün ediliyordu. Menfâlar
ve zindanlar herkesin korkulu rüyası idi. Sibirya’da
ve Sibirya’daki kar-buz içinde hayat sürme gibi
bir durum kimin korkulu rüyası olmazdı ki!

O gün insanların kimisi düpedüz cinnet ve hezeyan
yaşıyor, kimisi de sabah-akşam vahşetle inliyordu.
“Her taraf Muş’tu / Yollar yokuştu // Kardeş kardeşi
yiyordu / Bilinmez, ne işti.” Haktan, hürriyetten
bahsetmek mümkün değildi. Hak da, hürriyet de sadece
hükmedenlere ait özel bir imtiyazdı. Üst-üste baskıların
yaşandığı böyle bir dönemde, olan genç nesillere
oluyordu. Onlara, geçmişleri bütünüyle unutturuluyor,
millî ve dinî değerleri tezyif ediliyor ve geleceğin
ümit tomurcukları sistemli olarak kimliksizliğe
itiliyordu. Kitleler Allah’tan koparılmış; bu kopukluk
ülkeden ülkeye farklılık arz etse de, pek çok yerde
bütün değerler alt üst olmuştu. Hem o kadar alt
üst olmuştu ki, her zaman bir şahlanmanın, bir coşmanın,
dünyaya kendimizi ifade etmenin heyecan ve mesajlarını
aldığımız minarelerin başında artık ruh-u revân-ı
Muhammedî şehbal açmıyordu.

Şair, ufukları kararan bazı ülkelerdeki özel durumu
nazara alarak mı şu mısralarla inlemişti bilemeyiz;
ama onun bu inleyişinde derin bir inkisarın olduğu
açıktır:

“Sultan Selim-i evveli râm etmeyip ecel
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî
Gök nura gark olur nice yüz bin minareden
Şehbal açınca Ruh-u revân-ı Muhammedî”

Izdırap şairinin ezanla alakalı duyguları ise tam
bir duadır.

“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli ”

Şehadetleri dinin temeli o ezanların sesi çok yerde
kesilmiş, kesilmemiş görünenlerde kısılmış ve bir
kısım talihsiz ülkelerde din u diyanet adına açılan
ağızlara adeta fermuar vurulmuştu. Doğruyu konuşmak,
Hak’tan, Hakk’ın hukukundan bahis açmak cürm ü meşhudluk
bir konu haline gelmişti. Cezası da ya zindan veya
Sibirya gibi bir yere sürgündü.

Dünyada biz zayıflamış, kaba kuvvet temsilcileri
ise güçlenmişlerdi. Kaba ve hoyrat haçlı düşüncesi
bu defa inkar-ı ulûhiyet ve ateizm düşüncesiyle
taarruzlar planlıyor; kendilerinden başka kimseye
hakkı hayat tanımıyor; bin senelik zengin mirası
yakıyor-yıkıyor ve onun yerine kendi düşüncelerinin
o anlamsız abidelerini ikame ediyordu. Maddî gücün
hoyratlaştırdığı zavallılar, her şeyi götürüp kendi
yanlış düşünceleri, çarpık anlayışları ve sığ idrak
ufuklarında manasızlaştırıyor ve koskoca bir dünyanın
bahtını, ikbalini karartıyordu. Öyle ki, gün geldi
bir mübarek coğrafyada değer adına hiçbir şey kalmadı.
Akif’in ifadesiyle:

Harap eller; serilmiş hânümanlar;
kimsesiz çöller,
Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar,
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.

Bu yitik dünya ile alakalı hicranlı birkaç söz
de Avlar İmamı Efe Hazretleri’nden:

" Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu
Gülistânda katmer güller mi kaldı
Şecerler kırıldı bârlar üzüldü
El atacak dahî dallar mı kaldı

Bir sel aldı sahrâları bürüdü
Ağaçlar kurudu kökler çürüdü
Erler yüreğinde yağlar eridi
Hasb-i hâl edecek kâller mi kaldı

Bozuldu dünyanın bâğ u bostânı
Zâğ-ı siyeh yaktı bu gülistânı
Bülbüller okusun dertli destânı
Elvân nakış keşmir şallar mı kaldı

Er olan eridi yağ gibi gitti
Şîr-i nerler zîr-i türabda yitti
Serviler yerinde mugaylan bitti
Petekler söndüler ballar mı kaldı

Ebnâ-yı zemânın gaflet serinde
Oynarlar gülerler yerli yerinde
Seâdet hidayet binde birinde
Helâki fark eder haller mi kaldı

Er olan çekildi çıktı aradan
Herbiri mahvoldu gitti sıradan
Gazab etti alemleri yaradan
Mübtela olmamış iller mi kaldı

Dillerde kalmamış hidayet nûru
İslamın kalmamış kalbde süruru
Kurban olur İslam bulsa kubûru
Lutfî, Hak söyleyen diller mi kaldı.”

Birkaç adım daha öteye giderseniz Bayburtlu Zihni’nin
şu tasvirleriyle aynı hicranı seslendirdiğini görürsünüz:

Vardım ki yurdunu ayak göçürmüş,

Canan göçmüş ıssız kalmış otağı;
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş,
Sâkiler meclisten kesmiş ayağı.

Evet, mübarek bir coğrafyanın durumu işte bu idi.
İşin başlangıcında gâfil durup gâfil davranan bazı
kimseler, daha sonra yakıp yıktıkları bir dünyanın
külleri altında kalıp nedametle inlemişlerdi, ama
bunların hiçbir yararı yoktu.

"Kaza-i diyanet yerde süründü,
Türk’ün ruhu zorla asi göründü,
Hem peygamberine hem Allah’ına."

Artık el elden üzülmüş, yar elden gitmişti; ne
bağırıp çağırma ne de şuna-buna lanet yağdırma neticeyi
değiştirecekti.

Bir zamanlar dünya insanları, bizim yamaçlarımızda
tıpkı Mescid-i Aksâ’ya, Kabe’ye, Ravza’ya göç tertip
edip tenezzühe çıkıyor gibi tenezzühe çıkar ve bizim
coğrafyada, bizim aramızda aradıklarını bulurdu.

Bu dünya kendine ait büyüsü, kendine ait nefâseti
ile o kadar cazipti ki, onu görenler kendilerini
adeta bir rüya aleminde hissederlerdi.

Ne var ki, kimilerine göre o bir kere olmuştu ve
artık tarihti. Bir bandı başa çevirmek gibi zamanı
geriye işletmek veya aynı şeyleri bir kere daha
yaşamak mümkün değildi. "O yiğitler o atlara
binip gitmişlerdi ve bir daha da geriye dönmeyeceklerdi.”
(Ömer Seyfeddin) Bizim akıncı destanımızın, akıncı
şuurumuzun, akıncı şiirimizin ana teması ise:

"Bekle gözlerin yollarda; çepkeni kolunda,
Pişdonu belinde, yeniden bir kere daha döneceği
anı bekle!”

Evet, sizler, bizler ve milletçe hepimiz, çevremizde
harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller,
başsız ümmetler, emek mahrumu günler, yarın bilmeyen
geceler gördük. Uzun bir süre hiçbir şey yoktu;
sadece insanı andıran gölgeler vardı uzak-yakın
bu çevrede. "Kimse yok mu?" sesinize karşılık,
"yok" diyecek ciddi bir ses de yoktu.
O yıkılmış coğrafya da İmam Hatip yoktu, Kur’an
kursu yoktu. Üç beş insana Kur’an okutmayı göze
alan bir insan da yoku. Aynen, Hz. Ebu Bekir’in,
Hz. Ali’ye söylediği sözlerin tarif ettiği günler
yaşanıyordu. -Muhyiddin ibni Arabî’nin Musâmeretü’l-Ebrar
isimli kitabında naklettiğine göre- Hz. Ebu Bekir
şöyle demişti: "Ya Ali, o günlerde sen daha
çocuktun, biz birkaç defa ölümü göze almadan birine
bir şey anlatmaya cesaret edemezdik. Dışarıya çıktığımız
zaman bıçakların bizim için gayızla bilendiğini
görürdük. İçeriye girdiğimiz zaman dışarıya çıkmaktan,
dışarıya çıktığımız zaman da içeriye girmekten bütün
bütün ümidimiz kesilirdi; fakat biz her şeye rağmen
bunların hepsini göze alarak birşey yapmaya teşebbüs
ederdik; zaten bunları göze almadan da hiçbir şey
yapılamazdı".

Bu sözleriyle Hz. Ebu Bekir, tarihî devr-i dâimler
içinde bir vahşet, bir zülum, bir istibdad ve küfrün
taarruz dönemlerinden biri sayılan ilk cahiliyeye
ait korkunç bir baskı dönemini anlatıyor. Aslında
ondan sonra da bu fecî durum, kaç defa tekerrür
etmiştir ve edecektir de. Yeniden Ebu Cehiller,
yeniden Ebu Lehebler olacak ve yeniden şeytan fitneye
körük çekerek farklı stratejilerle karşınıza çıkacaktır.
Sizin gibi kudsîler de, tulumbaları ellerinde hep
yangından yangına koşacak ve fitne ateşlerini söndürerek
sulhun, sükunun ve emniyetin temsilcileri olduklarını
göstereceklerdir.

Evet, bir dönemde bazı ülkelerde, birine “Allah”
dedirtmeden evvel ölümü göze almak lazımdı. Kendi
kimliğinden bahsetmek yürek istiyordu. “kültür”,
“geçmiş”, “tarih”, “mukaddes miras” demek her babayiğidin
karı değildi.

Şimdilerde bu meş’um ülklerde de karlar,buzlar
erimeye başladı. Toprağı delip başını dışarıya çıkaran
filizilerin haddi-hesabı yok. Sağda solda nâdir
de olsa “Hak”, “adalet” ve “hürriyet” diyenlerden
söz edilebilir.

Buna, yüzlerce yıldan beri ölüm uykusuna yatmış
kimselerin ‘ba’su ba’delmevt’i de denebilir. Evet,
günümüzün nesillerine –bu mazlumlar ve mağdurlar
dünyasının neresinde bulunurlarsa bulunsunlar– İsrafil
surunu duymuş baharlıklar nazarıyla bakabiliriz.

Bu itibarla bende size Hz. Ebu bekir”in, Hz.Ali’ye
dedigi gibi diyebilirim: Siz gözlerinizi hayata,
üstüste güzelliklerin tulu ettiği bir dönemde açtınız.
Gerçi o dönemde de gönlünüze göre bir dünya yoktu;
ama bu dünyada eşedd-i zulüm, eşedd-i küfür, eşedd-i
istibdad da yoktu; hücreler yoktu, hapishaneler
yoktu, Sibirya sürgünleri yoktu.. ilk devirler için
varolan çok şey sizin için yoktu .

Biri: "Yirmisekiz sene çekmediğim eza, görmediğim
cefa kalmadı, Divan-ı Harblerde bir cânî gibi muamale
gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne
gönderildim, aylarca ihtilattan men edildim…"
diyor idiyse bu fotoğrafı iyi okumak icab eder..
tabiî, "Ne yapayım ben acele ettim kışta geldim,
siz cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Bir demet
gülle mezarımın başına geldiğiniz zaman, "Selamünaleyküm"
deyin; "henîen leküm" sesini işiteceksiniz."
müjdesini de…

Bugün milletimizin de bağlı bulunduğu milletler
topluluğunun geldiği nokta, o gün görülen rüyaların
bir nevî tezahürüdür. Ve bugün bizler, çok büyük
lütuflara mahzar sayılırız. Bu lütuflara mazhariyet
bir şükür ister. Bu lütufları tam takdir edip değerlendirmek
gerekir. Böyle bir takdir ve değerlendirme de geleceğe
matuf olması itibarıyla irade buudludur; yani, siz
ister ve dilerseniz, bir de azm u gayretinizi aksiyona
dönüştürürseniz –Allah’ın izniyle– o da olur.