İrşat Yolcuları İçin En Büyük Kredi: Beklentisizlik

İrşat Yolcuları İçin En Büyük Kredi: Beklentisizlik
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Gönüllerin hak ve hakikatle buluşturulması vazifesinde olmazsa olmaz diyebileceğimiz temel disiplinler nelerdir?

Cevap: İnanmış bir insanın, Mâbud-u Mutlak’a karşı ortaya koyduğu ubûdiyeti, ubûdet-i mutlaka mülâhazasıyla olmalıdır. Yani o, kulluğunun içine başka hiçbir şey karıştırmamalıdır. Çünkü biz, O’nun boynu tasmalı kullarından ibaretiz. Aczimiz, fakrımız, zaaflarımız, tutarsızlıklarımız, tutmak istediğimiz her şeyin elimizden kaçıp gitmesi, yakaladık derken tekrar kaçırmamız, arzuladığımız şeylere bir türlü ulaşamayışımız da bunu göstermektedir. Belli ki biz, biz olarak kendimize sahip ve malik değiliz. Üzerimizde mutlak bir hâkimiyet var.

Vâkıa insan, her zaman bu hakikatleri hissedemeyebilir. O, bazen belirli bir frekansa kalibrasyon yapar ama ayar tam olmayınca işin içine sağdan soldan şerareler girer. Bu da insanın şahsî mülâhazalarını işin içine katması demektir. Dolayısıyla insanın çok ciddî kalibrasyonlarla doğru sesi bulmaya çalışması lazımdır. Evet o, düşüncelerini, mülâhazalarını, sözlerini önce vicdanın kadirşinas terazilerinde tartmalı, sonra ortaya koymalıdır. Bunca cehd u gayretten sonra yine de işin içine bize dair bir şeyler karışırsa işte o zaman Allah’ın (celle celâluhu) bu zaaflarımızı affedeceğini ümit ederiz. Yoksa sanki bütün sorumluluklarımızı mükemmel yapıyormuşuz gibi lâkayt ve lâubalice tavırlar kulluk şuuruyla bağdaşmaz.

Balyoz Balyoz Üstüne

Mesela namaz kılarken secdeye kapandınız, beş on dakika içinizi Allah’a döktünüz. Fakat o esnada şeytan, nefis mekanizması vasıtasıyla size, “İyi bir kulluk yapıyorsun.” gibi bir şey fısıldayıverdi. Şayet böyle bir düşünce size kelâm-ı nefsî ile geldiyse, yine hemen bir kelâm-ı nefsî ile, “Ey yalnızca kendisine ibadet edilen Allah’ım, Sana hakkıyla kulluk edemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan Allah’ım, şanına lâyık zikri yapamadık! Ey her dilde kendisine şükredilmesi gerekli olan Rabb’im! Sana gereğince şükredemedik! Ey her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah’ım, Seni hakkıyla tesbih u takdis edemedik!” demeli, O’nun rızasına uymayan her türlü düşünce ve mülâhazanın başına, bir daha belini doğrultamayacak şekilde bir balyoz indirmelidir.

Fakat onun başına en ağır balyozları indirseniz de, yine de bilmelisiniz ki şeytanın vesvesesi ve nefs-i emmârenin de tesvilât ve tezyinatıyla beslenen bu tür duygular hiç umulmadık yerlerde yedi canlı varlık gibi daha sonra yeniden hortlayıverir. Öyle ki, insan Kâbe’yi tavaf ederken de Arafat’ta Allah’a el kaldırıp dua dua yalvarırken de Müzdelife’de geceyi değerlendirirken de hatta Mina’da kendi arzularının başını taşlıyor gibi şeytana taş yağdırırken bile nefis ve şeytan hiçbir zaman boş durmayacak, sürekli onun ayağını kaydırmaya çalışacaktır.

İşte bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd sûresi, 11/112) buyrulmuştur. Aynı şekilde biz, her gün kıldığımız namazlarımızda, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ  “Allah’ım, bizi Sence, yolun doğrusu hangisi ise ona hidâyet eyle!” (Fâtiha sûresi, 1/5) diyoruz. Eğer sünnetleriyle birlikte bütün namazlarımızı kılıyorsak, günde kırk defa bunu tekrar ediyoruz. Evvâbîn, teheccüd, ve duha (işrak) gibi diğer nafileleri de kılıyorsak belki günde altmış kere Allah’tan sırat-ı müstakim talebinde bulunuyoruz. Çünkü O, bizim elimizden tutup da bizi doğru yola ulaştırmazsa, çok defa nefs-i emmârenin patikalarında iflâhımız kesilir. Evet O (celle celâluhu), elimizden tutmazsa, o kadar çok trafik kazasına sebebiyet veririz ki, daha sonrasında meydana gelen bu yıkılma ve kırılmaları kolay kolay tamir edemeyiz.

Hizmetlerini Bir Bedele Bağlayanlar Asla Başarılı Olamazlar

Öte yandan eğer biz, sürekli O’nu heceler ve O’nunla gecelersek, düşünmemiz gerekli olan yerlerde hep “O” der ve “Hüve” ile soluklanırsak, mukteza-i beşeriyetin tesirinde kaldığımız zamanlarda da, O’nunla irtibatımız devam eder. Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra teheccüde kalkma ve geceyi ihya etme düşüncesiyle yatağına giren bir kimsenin, uykusu ağır basıp da kalkamadığı zaman bile uykusunun Rabbisinden ona bir sadaka olduğu müjdelesini vermiştir. (Bkz.: Nesâî, kıyâmu’l-leyl 63; İbn Mâce, ikametü’s-salât 177) Bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğinden bize lütfettiği bir armağandır. Evet Rahmeti Sonsuz, bizi, bütün bütün altından kalkılmaz vazifelerle sorumlu tutmamış, ancak götürebileceğimiz kadar mükellefiyet yüklemiştir. لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” (Bakara sûresi, 2/286) âyetinin de işaret ettiği üzere dinde teklif-i mâlâyutak yoktur.

O hâlde engin lütuf ve sonsuz rahmetiyle nimetlerini başımızdan aşağı sağanak sağanak yağdıran Rabbimize karşı bizim de O’nun rızasından başka bir arzumuz olmamalıdır. Çünkü bunun ötesinde bir şey yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’ten mübarek cemâlini göstermesinden (rü’yetullah) sonra mü’minlere olan en büyük armağanı, “Ben sizden hoşnudum.” buyurmasıdır. O’ndan gelen böyle bir nefha-i ilâhînin insan ruhunda hâsıl edeceği engin zevki, burada kestirmemiz mümkün değildir. Belki Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Muhammed Bahauddin Nakşibendî, Mevlâna Hâlid Bağdâdî, İmam Rabbânî ve Hazreti Pîr-i Muğan gibi hak dostları, bu dünyanın müsaade ettiği ölçüde zılliyet planında böyle bir zevki duymuş olabilirler. Benim böyle bir şeyi ne anlatmaya ne de tasvir etmeye gücüm yetmez. Çünkü bizzat Sahib-i Şeriat, Cennet nimetlerini anlatırken, أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Ben, salih kullarıma, ötelerde öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kimsenin hayaline gelmiştir.” (Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 4, 5) buyurmuştur. Burada çizilen çerçeveden, bunun insan ihatasını ve idrakini çok aşan bir mesele olduğunu anlıyoruz.

Bu açıdan hem dünyada hem de ukbada, O’nu dilemeden ve aynı zamanda başkalarında da O’nu dileme arzusu uyarmadan daha büyük ve daha kıymetli bir şey yoktur. Bunun içindir ki, enbiya-i izâm, hayat-ı seniyyelerini sadece Allah’ı tanıtma, Allah’ı sevdirme ve insanların Allah’la olan irtibatlarını güçlendirme temel disiplinine bağlamışlar ve bunun karşılığında  kimseden ne bir şey istemişler, ne de beklemişlerdir. Çünkü bu, ihlâsa zarar verir ve ameli de zayi eder. Ayrıca yaptığı hizmetleri bir bedele bağlayan insanların başarılı olduğu görülmemiştir. Onlar, muvakkaten başarılı olmuş olsalar bile, esen muhalif bir rüzgâr her şeyi bir harman gibi savurmuştur.

Bütün Peygamberlerin Dilinde Aynı Hakikat

Yüce Allah, Şuarâ Sûresi’nde art arda Hazreti Nûh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) gibi enbiya-i izâmı zikrettikten sonra bunların hepsinin ortak sözü olarak şöyle buyurur: وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180) Onlar, vazifelerini sadece Allah için yapmış, nazarlarını sürekli Allah’a çevirmiş ve yaptıkları hizmetler karşılığında da başkalarından zerre miktarı bir beklentiye girmemişlerdir.

Devir değişmesine, şartlar başkalaşmasına ve farklı zaman dilimleri farklı yorumlar ortaya koymasına rağmen zikri geçen peygamberlerin hepsi de bu meselede kelimesi kelimesine aynı şeyi söylemiştir. Hazreti Nûh ne demişse, Hazreti Hûd da, Hazreti Salih de, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) da onu demiştir. Oysaki onların gönderildikleri her bir toplumun kendisine göre farklı problemleri vardı. Demek ki problemler farklı da olsa onları halletmenin yolu ihlâs ve beklentisizlikten geçmektedir.

Mesela Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavmi, büyük insanları ilâh edinmiş ve bu ilâhlara da Ved, Yeğûs, Yeûk ve Nesr gibi isimler vermişlerdi. Onlar, yerin altında gömülü olan insanlara temenna duruyor ve onlardan bir şeyler bekliyorlardı. (Bkz.: Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/105-111; Nûh sûresi, 71/23) Bir yönüyle bu her devirde karşılaşılabilecek bir tehlikeydi.

Âd kavmi ise, büyüklükleriyle övünüyor, taşları oyarak içlerine evler yapıyorlardı. Onlar, kibirlerine öyle yenik düşmüşlerdi ki yerden veya gökten gelecek hiçbir zararın kendilerine dokunamayacağına inanıyorlardı. Onlara göre bütün faylar, altlarında toplansa ve bir anda kırılmaya başlasa, yine de oturdukları sağlam binalarını yıkamazdı. Dolayısıyla onların problemi, Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavminin probleminden farklıydı. Hazreti Hûd (aleyhisselâm), onların tehditlerine aldırmadan, başına gelebilecek bütün tehlikeleri de göze alarak, ısrarla onların nasıl bir yanlış içinde olduğunu vurgulamış ve aynı zamanda istiğnasını dile getirmişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/122-140; Fussilet sûresi, 41/15-16)

Hazreti Salih’e (aleyhisselâm) geçtiğimizde, o dönemdeki insanların da yine farklı problemleri olduğunu görüyoruz. Onlar da bağlarda bahçelerde, meyvelikler arasında dünyaya dalmışlar, muhkem binalarda ferih ve fahur bir şekilde yaşamaya başlamışlardı. Peygamberleri olan Hazreti Salih, bütün zorlukları göğüsleyerek, karşılığında hiçbir şey beklemeden tebliğ vazifesini yerine getirmiş, onları tevhide çağırmış; müsrif ve müfsit bir toplum olmamaları konusunda uyarmıştı. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/141-159)

Daha sonra gelen Hazreti Lût (aleyhisselâm) döneminde de, insanlar insanlığa yakışmayacak müstehcenliklere dalmış, sapık ve ahlâksız bir toplum olmuşlardı. Diğer peygamberler gibi Hazreti Lût da, kovulma ve tecrit edilme tehditlerine aldırmaksızın onları tevhide ve doğru yola çağırmış ve bunun karşılığında da hiçbir beklentiye girmemişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/160-175)

Hazreti Şuayb’a (aleyhisselâm) gelince, o dönemde de, çarşı ve pazarda ölçü ve tartılar altüst olmuştu. Terazinin ne sağ ne de sol kefesi belliydi. Ticarî hayat spekülasyonlarla doluydu. Hortumlar sadece güç ve iktidarı elinde bulunduranların kendi çıkarları istikametinde akıyor ve onların depolarını dolduruyordu. Hazreti Şuayb, “Ölçeği, tam ölçün de eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın! Doğru terazi ile tartın, halkın hakkından bir şey kısmayın! Ülkede bozgunculuk yaparak nizamı bozmayın.” (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/176-191) sözleriyle onları ikaz ediyor ve bu uyarıları karşılığında onlardan hiçbir şey istemediğini bildiriyordu.

Şuara Sûresi’nde bu beş peygamberin sıralandığı yerde İnsanlığın İftihar Tablosu zikredilmez. Fakat başka bir sûrede geçen O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu beyanının da onların sözünden bir farkı yoktur: لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى “Benim (bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü), sizden akrabalık sevgisinden/yakınlığın hatırından başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.” (Şûrâ sûresi, 42/23) Bu sözüyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) on üç sene Mekke’de kendisine çektirmedik sıkıntı bırakmayan, neş’et ettiği yerden O’nu göçe zorlayan, O’na hicran ve hasret yaşatan kavminden hiçbir ücret istemediğini ifade etmişti. Evet O, muhataplarının hem dünya, hem ahiret saadetine vesile olduğu hâlde onlardan hiçbir şey istememiş; hasır üzerinde yatıp kalkmış, aç kaldığı günler olmuş fakat O, bu tavrını hiçbir zaman değiştirmemişti.

Sıfırlanan İtibar ve Sarpa Saran Yollar

Esasında güven telkin etmenin ve muhatabı inandırmanın biricik yolu da budur. Çünkü yaptıkları hizmetler karşılığında bir kısım beklentilere giren ve menfaatler gözeten insanlar, kendilerine yönelen teveccühleri kırmış ve muhatapları nazarında itibar kaybına uğramış olurlar. Bu açıdan eğer siz, “Vira bismillâh!” deyip bir hizmet yoluna girmişseniz, peygamber yolundan ayrılmamalısınız. Size bakanlar, çok rahat, “Bunlar işin içine girdikleri zaman yüz liraları vardı. Ayrıldıklarında baktık, doksan liraları kalmış. Demek ki, sahip oldukları parayı bile koruyamamış ve bu yolda harcamışlar.” diyebilmeliler. Müstağni olma ve beklentiye girmeme prensibi, köy muhtarından devlet başkanına kadar bütün idareciler için gerekli bir vasıf olduğu gibi, kendilerini hak ve hakikati anlatmaya bağlamış adanmışlar için de geçerlidir. Zira onların en büyük dinamiği, beklentisizlik ve adanmışlıktır.

Kendini insanlığa hizmete adamış insanların kalıcı eserler bırakmaları da peygamber yolunda yürümelerine bağlıdır. Yoksa Harun olarak yola çıkıp sonra Karunlaşan kimseler bir gün gelir hazineleriyle birlikte yerin dibine batar ve lânet ile yâd edilirler. Eğer dilimin azıcık bir yerinde tel’in ve bedduaya yer olsaydı, millete hizmet etme iddiasıyla ortaya çıktıkları hâlde kendi menfaatlerini düşünen, meselelerini çıkar çarkına bağlayan, ihalelerde kendilerine pay ayıran, kendilerine pay verenleri mâbeyn-i hümayun insanı hâline getirenlere şöyle derdim: “Allah, sizi çoluk çocuğunuzla, beklentilerinizle, ümitlerinizle yerin dibine batırsın, mahvetsin!” Ama dilimde böyle bir bedduaya açık bir yer olmadığından İkbal’in dediği gibi, dua dua yalvardım, tel’in ve bedduaya âmin demedim.

Bu açıdan hiç olmazsa kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adamış olan bir mübarek daire içinde bulunan insanlar, yaptıkları hizmetleri kendi hesaplarına değerlendirmeyi asla düşünmemelidirler. Onlar, hatır ve itibarlarını kullanarak hakları olmayan ne bir ihale almalı ne de başka bir menfaatin peşine düşmelidirler. Onlar, kendileri için en büyük birer dinamik olan adanmışlık ve beklentisizliklerini dünyaya ait böyle bayağı şeyler karşısında feda etmemelidirler. Zaten meşru dairede dünya için uğraşan insanlar var. Cenâb-ı Hak, onlara ticarî hayatlarında büyük kazançlar lütfetmiş, lütfediyor ve onlar da kazançlarını, servetlerini Allah yolunda kullanıyorlar. Rehber konumunda bulunan adanmışlara gelince onların en büyük zenginliği ise hasbîlikleri ve beklentisizlikleridir. Eğer onlar bunu bırakıp başka şeylerin arkasına düşerlerse, çoğu bırakmış aza talip olmuş olurlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu, ruhunun ufkuna yürüyüp bu dünyaya gözlerini kapadığı zaman, ailesinin rızkını temin etmeye matuf olarak mübarek zırhı bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. (Buhârî, rikak 17; Müslim, libâs 37) Hazreti Ebû Bekir, O’ndan farklı değildi; kendisine verilen maaşın fazla gelen miktarını bir testinin içine atmış ve bunu kendisinden sonra gelen halifeye emanet etmişti. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186) Hazreti Ömer Efendimiz’in elinde avucunda bir şey yoktu. Çok defa Mescid-i Nebevî’de kum üzerinde yatıyordu.

Yolsuzluğu Yol Edinenlerin Hazin Sonu

Örnek alınması gereken büyükler bunlardır. Doğru olan yol ve yöntem de onların yolu ve yöntemidir. Onların yolunun dışındaki bir yola, “yolsuzluk” denir. Doğru yoldan çıkan böyle bir insan da hiç farkına varmadan elli türlü yolsuzluğa kaymış olur. Yapılan bu yolsuzluklar, başta insanı güldürse bile, bir gün öyle bir ağlatır ki insana, “يَالَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا ‘Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım’ (Nebe sûresi, 78/40) da bunları duymasaydım!” dedirtir.

Bu açıdan en azından bu heyet-i âliye içindeki insanlar, heva ve heveslere bakan yönü itibarıyla sinek kanadı kadar kıymeti olmayan bu dünyaya, fazlası değil itibar edilmesi gerektiği kadar itibar etmelidirler. (Bkz.: Tirmizî, zühd 13; İbn Mâce, zühd 3) Hadis diye rivayet edilen bir sözde, dünya bir cife yığınına benzetilmiş ve bütün işlerini, planlarını, çarklarını onu elde etmek için kullanan insanların da o cifeye koşan kelpler mesabesinde oldukları ifade edilmiştir. (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/492-493)

Keşke şu aldatıcı dünyayı, bakılması gerekli olan yanlarının dışında unutabilseydik. Unutmayanlar ise hem kendilerine hem millete hem de tarihe yazık ettiler. Topkapı Sarayı, sahabenin hemen arkasında yerini alan mübarek bir milleti dünya hâkimiyetine götürdü. Orası bizim ruh dünyamızın dışarıya aksedişiydi. Orada Fatih’in, İkinci Beyazıd’ın, Koca Yavuz’un ve Kanunî Sultan Süleyman’ın mefkûresi vardı. Onlar yollara düşmüş, uzak diyarlara gitmiş, dünya muvâzenesi için yapılması gerekenleri yapmış, zalimleri dize getirmiş, mazlumlara soluk aldırmış ama geriye döndüklerinde sade ve mütevazi Topkapı Sarayı’nda vazifelerine devam etmişlerdi. Aksine Dolmabahçeler, Yıldızlar ise bütün şaşaa ve debdebelerine rağmen bizim yıldızımızı söndürdüler. Bunlar bir yönüyle dünyayı bize Cennet gibi gösterseler de, bize Cennet’i ve Allah’ı unutturdular.