Kaos, Kadrolaşma, Ordu ve Okullar

Kaos, Kadrolaşma, Ordu ve Okullar
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Son günlerde Türkiye yine bir kaosun içine çekilmek isteniyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Cevap: Türkiye, üçyüz seneden beri sürekli kaosun içine çekilmek istenmektedir. Güçlü bir Türkiye ile başa çıkamayacaklarını çok iyi bilen dış güçler, Anadolu insanını ruh ve mana köklerinden kopararak ve maziden tevarüs ettiği o zengin mirastan uzaklaştırıp aslına yabancı hale getirerek ona en büyük kötülüğü yapmaya çalışmaktadırlar. Bu tür entrika ve tuzaklar yeni değildir. Şu kadar var ki, zamana göre bu taarruz, bu plan ve bu komplolar da farklı farklı olagelmiştir. Değişen şartlar, mevcut konjonktür, o an rağbet gören silahlar, revaçta olan oyunlar ve hud’alar… nisbetinde millet ruhuna saldırının ve entrikaların da şekli değişip durmuştur. Aslında, bu entrikalar tarihinin başlangıcı ta sekiz asır öncesine gitmektedir ama özellikle son üç asırdır işlenen şenaatler suyun yüzüne vurmaktadır.


Ayrıca, eskiden tehlike daha çok dışarıdan geliyordu; Birinci Cihan Harbi’nde, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi düşman belliydi ve düşmanlık da açıktan açığa cereyan ediyordu. Mesela, İstanbul’u işgal ettikten sonra Şam’da Selahaddin’in mezarının tekmelendiği haberini de alan İngiliz General “Ey Selahaddin, Haçlı Seferleri daha yeni bitti!” demek suretiyle şecaat arzederken sirkatini söylüyor; Osmanlı’nın mağlubiyetini İslam’ın sonu, haçın zaferi olarak ilan ediyordu. Dolayısıyla, o günlerde bu millete kastedenler belliydi, âşikardı. Fakat, bir dönemden sonra saldırılar içeriden gelmeye başladı. Nur Müellifi’nin yaklaşımıyla, “eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz.. çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.” Evet, artık, “Türk Milleti” diyen, “vatan, ülke, ülkü, bayrak” sözlerini dilinden hiç düşürmeyen ve hatta “din, iman, Kur’an” fedaisiymiş gibi arz-ı endâm eden bir sürü eli kanlı insan bozması var meydanlarda. Bunlar “milli ruh” diye diye milletin önüne kuyular kazıyorlar, “ruh kökü”nden bahsederken milletin kökünü kesiyorlar ve toplumu ruhsuzlaştırarak, kalbsizleştirerek kimseye sezdirmeden en sinsi planlarını uygulayabiliyorlar.


Elbette ki, herkesi potansiyel vatan haini görmek, herkesten kuşkulanmak ve hatta paranoyalara girerek “bu ülke hepimize yeter” mülahazasına bütün bütün kapanmak yanlıştır; evet, işi öyle bir paranoyaya vardırmamak gerekir. Fakat, Türkiye’de ne zaman işler iyiye doğru gitmişse hemen bir provokasyonlar silsilesinin sahneye sürüldüğü de açıktır. Hiç unutmuyorum, daha altmışlı-yetmişli yıllarda dinlediğim bir ekonomi profesörü bu hususa dikkat çekiyor ve “Türkiye ne zaman az belini doğrultur, bir kısım engebeleri aşar ve bazı konularda da olsa dünya ile rekabet edecek hale gelirse, dış mihraklar hemen harekete geçirilir, içerideki bir kısım odaklar tahrik edilir; anında ülkede bir terör atmosferi oluşturulur ve her şey elden gidiyormuş gibi bir hava estirilir.” diyordu.


Bugün de dünden farklı değil. Bazıları yine kıyamet senaryoları yazıyor ve o çok korkunç oyunlarını sahneye sürüyorlar. Hüccetiye’de ve sosyologların ‘binyılöncülüğü’ diye andıkları akımlarda söz konusu olduğu gibi, bazıları Mehdi’nin, İsa-Mesih’in gelişini dünya dengelerinin tamamen bozulmasına bağlıyor ve dünyayı kurtaracak kişi veya düzenin gelmesi için yeterince kan akmasının lüzumuna inanıyorlar. Böyleleri, karanlıktan medet umuyor, düzenin kaostan çıkacağını sanıyor ve dolayısıyla da yeryüzünün herc ü mercle, fitne ve fesatla dolması gerektiğini düşünüyorlar. Aslında bu, bir hezeyandır, bir cinnettir. Bu saçmalıklara inanan kimseler ya hırs, kin ve nefret duygularıyla gözlerini kör etmişler, görmüyorlar.. ya da bunlardan herbiri acilen tedavi görmesi gereken bir akıl hastası. Heyhat ki, bu akıl hastaları bugün dünyanın pekçok yerini kan gölüne çevirdikleri gibi bizim ülkemizi de kanlı bir arena haline getirmek için her yolu deniyorlar. Zaten, millet az belini doğrultunca ve dünyaca biraz kabul edilir hale gelince hemen bir gâile çıkarma işine girişenlerin halinin ne akılla, ne mantıkla, ne insafla, ne milli hislerle ve ne de dini heyecenla izah edilmesi mümkün değildir.


Soru: Bu kaos ortamı nasıl aşılır?


Cevap: Demokrasi kültüründen bîhaber bazı hazımsız ruhlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların demokratik hak ve hürriyetlerden istifade etmelerini çekemiyorlar. Hele bir de bunlar, dine mesafeli duran kimselerse, halkın dinî vazifelerini yerine getirmesine, kendi duygu ve düşüncelerini seslendirmesine, insanların kendilerini ifade etmelerine asla tahammül gösteremiyorlar. Dolayısıyla, içlerindeki bu hazımsızlık sebebiyle sürekli müdahale duygularıyla dolup boşalıyorlar, müdahale düşünceleriyle oturup kalkıyorlar. Şayet umumi hava istedikleri gibi bir müdahalaye müsait değilse, hemen bir sürü kavga sebebi icad ediyor, ne yapıp edip kötü emelleri için zemin hazırlıyorlar. Kargaşaların, kavgaların ve anarşinin gölgesinde yeni bir fevkalâde hale zemin hazırlıyor ve o fevkalâdeliği kullanarak gönüllerine göre bir düzen tesis etme hayalleri peşinde koşuyorlar.


Ancak, onca acı tecrübeden sonra hala anlayamadıkları bir husus var: Ne fizikî dünyada ne de sosyal hayatta kaostan nizam doğar. Hilkati inkâr edenler, abiyogeneze kâil olanlar ya da evrime inananlar kaostan nizama doğru gidildiğini iddia etseler de günümüzdeki tecrübeler kaosun nizam doğurmadığını gösteriyor. Tabiatın temel yapısı buna aykırıdır ve kaosla yalnızca yeni kaoslara gidilebilir. İçtimai hayatta da, provokasyonlara girilerek, halk tahrik edilip sokaklara dökülerek ve kan döktürülerek asla asayiş sağlanamaz, nizama yürünemez. Aksine, kargaşadan, sadece kargaşa doğar.


Maalesef, bazıları bu gerçeği görmezden gelerek herc ü merclere sebebiyet vermeye çalışıyorlar. İnsanların meselelerini sokakta halletmeyi deneyecekleri bir ortam oluşturmaya gayret ediyorlar. Toplumu, ölenin niçin öldüğünü, öldürenin de niçin öldürdüğünü bilemeyeceği bir fitnenin içine atmaya uğraşıyorlar. Bir kısım şaşkın ve zavallı tetikçiler bulup hazırlıyor, bir sürü vaatlerle kafalarına girerek onları acımasız birer katil yapıyor, belki de değişik uyuşturucularla hedeflerine kilitleyerek ruhlarına terör havasını hakim kılıp cinayetler işletiyorlar. Sonra da üç–beş tane sergerdanı daha çıkarıyor, onlar vasıtasıyla halkı biraraya topluyor, kitle psikolojisini değerlendirerek yığınları taşkınlıklara sevk ediyorlar…


Ne acıdır ki, son üçyüz senelik tarihimizde biz buna defalarca şahit olduk. Bazı uğursuz yeniçerilerin kendi hükümdarlarını al-aşağı etmelerinde, Hâfız Paşa gibi dünya çapındaki serdarlarını, nice devlet adamlarını mıncıklaya mıncıklaya öldürmelerinde hep aynı sahneleri gördük. Şimdi yapılan şeyler de bir manada onun devamıysa, aynı azgınlıklar günün formatıyla devam ediyor demektir. Format değişikliği de, sadece halk “aynı şeyler oluyor” demesin diye, aynı anarşinin farklı şekilde takdiminden başka bir şey değildir.


Bu kaos ortamının aşılması için, “demokrasi, insan hakları, cumhuriyet” diyenlerin bunlara öncelikle kendilerinin inanması lazım. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa telaffuz edilirken “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” şeklinde söylenen, bugün “Egemenlik milletindir” cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Bu söz, hâkimiyetin bir kısım gizli kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir. Şayet, ülkemizde bir demokrasi anlayışı varsa, bu anlayışa göre, arzular ve istekler sokakta ya da herhangi bir kavga mahallinde değil sandıkta, mecliste ortaya konur ve gerçekleştirilmeye çalışılır. Madem öyledir, ister resmî ister gayr-i resmi herkes, kendisini sandıkta ifade etmeli ve demokratik üslupla konuşmalıdır. Kendi değerlerinin doğru olduğuna inananlar, komplo ve entrikalarla milleti sindirmeye çalışacaklarına, demokrasi ahlakına göre davranmalı, politikalarını ona göre yapmalı; varsa doğrularını ortaya dökerek halkı ikna etmeli ve onların aldanmasına meydan vermemelidirler. Böylece, hedeflerine demokratik çerçevede gitmeli ve milletin gönlünde de yer edinmelidirler.


Soru: Böyle kaos ortamlarında provokasyonlar da oluyor. Hemen bütün hadiselerin akabinde tetikçilerin ya da azmettiricilerin dindar kimseler olduğu iddia ediliyor. Hatta onların bazılarının size sempati duyan kişiler (!) olduğu söylenerek mutlaka adınız da işin içine karıştırılmaya çalışılıyor? Bu konudaki mütalaalarınızı alabilir miyiz?


Cevap: Dine ve dindara karşı hasımca davranan küçük bir azınlık her fırsatta bunu yapıyor ve hem hedef şaşırtmaya çalışıyor hem “çamur at izi kalsın” politikası uyguluyor hem de inananlara karşı kin ve nefretlerini bir kere daha ortaya koyuyorlar. Aslında, bizim hep nizamın ve intizamın yanında olduğumuza bu millet şahittir. Anadolu insanı, değil bir insanın kanını dökmek bir karıncaya bile basmayacağımızı çok iyi bilir. Bize kötülük yapanlara bile hep iyilikle mukabele etmeye söz verdiğimizi, dövene elsiz, sövene dilsiz ve her zaman gönülsüz olduğumuzu onlarca defa dile getirdiğim gibi, her karesi halkın gözleri önünde geçen hayatım da bunun delilidir.


Daha önce de zikrettiğim bir hadiseyi müsadenizle hatırlatmak istiyorum: Camilerde vaazlar verip hutbeler okuduğum dönemdeydi. Bir gün bir arkadaşımız “Hocam, sizi o minberde ne zaman görsem her an alnınızdan bir kurşun yiyecekmişsiniz gibi geliyor bana; alnınızdan bir kurşun yemiş de kanlar içinde boylu boyunca uzanmışsınız gibi görüyorum sizi ve çok korkuyorum” demişti. Gayet sakin bir tavırla ona dedim ki; “Ben hep o tehlikeyi bilerek ve onu bekleyerek çıkıyorum minbere.” İşte o günlerde bile, cami kürsüsünden beni sevenlere şöyle demiştim; “Şayet bir gün beni bu kürsüde öldürürlerse, cesedimi bir kenara atın ve başınız önde asayişin, emniyetin temsilcileri olarak evlerinizin yolunu tutun. Eğer, öyle bir anda kalkıp bir yanlışlık yapar ve mukabelede bulunursanız, size hakkımı helal etmem; iki elim iki yakanızda kalsın, Allah huzurunda sizinle hesaplaşırım!” Evet, benim yaşamamı ya da ölmemi değil önce milletin huzurunu düşündüm ve altmış küsur senelik hayatımda asayişi ihlal edecek bir harekette bulunmadım, güven atmosferinin delinmemesi için elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştım.


Mesela, Üsküdar’da vaaz ediyordum. İstihbarat görevlileri cami kürsüsünün altına bomba konmuş olduğunu söylediler. Ben öyle bir ölümü şehadet sayarım. Fakat, camide panik olur, insanlar canlarını kurtaramazlar; sonra halk tahrik edilip sokağa dökülür… gibi mülahazalarla vaaz etmekten vazgeçtim. Belli bir dönem sonra, yine va’z u nasihata başladım, Süleymaniye Camii’nde de aynı suikastın hazırlandığı haberini aldım. Halkın can güvenliği ve asayişin temini için oradaki vaazlarıma da son verdim.


Evet, genel üslubumuz budur bizim: Elimizden geldiğince hep emniyet ve güvenin temsilcileri olduk. Kargaşa ve anarşiye taraf olmaktan hep uzak bulunduk. Şerrinden emin olmaya çalışsak da, bizi ısıran bir karıncayı dahi öldürmedik, her canlının hayat hakkı olduğuna inandık. Başkaları, bizim başka şekilde hareket edeceğimizi, başka türlü düşüneceğimizi, onlar için farklı mülahazalara gireceğimizi zannediyorlarsa, demek ki onlar Müslümanı hiç tanımamışlar. Demek ki, onlar birkaç tane canlı bombaya bakıyor ve sadece birkaç teröriste göre hüküm veriyorlar. İslam’dan nasipsiz insanların tavırlarıyla şöyle veya böyle İslam’a gerçekten gönül vermiş insanları karıştırıyorlar. Oysa, bilerek teröre bulaşanların hakiki Müslüman olamayacağını defalarca ifade ettim. Cinayetin çok kötü bir cürüm olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmeye eş tutulduğunu ve din adına cinayet işleyenlerin İslam’ın dırahşan çehresini kararttıklarını, kimsenin de buna hakkı olmadığını onlarca kez dile getirdim. Dahası, bizim inancımıza göre, tek tek şahısların hiçkimseyi cezalandıramayacağını, cezalandırmanın devlete, devlet kurumlarına ait olduğunu da bilmem kaç defa şerhettim. Fakat, maalesef, fesada kilitlenmiş bazı kimseler birkaç kötü örneğe bakarak bizi de öyle görüyor, öyle yorumluyor ve öyle göstererek güya intikam alıyorlar.


Soru: Efendim, orduyla ya da komutanlarla alakalı bir müşkil söz konusu olunca, bazı çevreler yine hemen zât-ı âlinizin ismini de zikretmeye, meseleyi sizinle de irtibatlandırmaya çalışıyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Cevap: Dine ve dindarlara karşı cibilli olarak tavır alan bazı kimseler, bizi de dini kimliğimizden ve belki dine faydalı olduğumuzu düşündüklerinden dolayı vurmak istiyorlar. Millet adına hayırlı faaliyetlerde bulunacak insanları gericilikle suçlayıp sindiriyor ve onların önlerini kesiyorlar. Aslında bunların çoğu, “radikal müslüman” derken de, “aşırı dinci” diyerek sadece bir kesimden söz edermiş gibi yaparken de bizzat İslam’ı hedef alıyorlar, ama İslam’a açıktan açığa saldırmak ve müslümanlığa karşı düşmanlıklarını izhar etmek istemediklerinden “şucular, bucular” demekle yetiniyorlar. İçlerindeki kin, nefret, hazımsızlık ve kıskançlık hislerini bastırmayı bazı kimseleri bitirmeye bağlıyor ve bu emellerini gerçekleştirmek için de daha güçlü bir dayanağa yaslanmaya çalışıyorlar. Daha doğrusu, bizi başa çıkamayacağımızı düşündükleri ve vurdukları zaman bir daha belimizi doğrultamaycağımıza inandıkları bir güçle karşı karşıya getirmek istiyorlar. Yalan ve iftiralarla dolu haberler neşrediyor, hakkımızda irticâ yaygaraları koparıyor ve hemen her zaman bunu büyük ölçüde kötüleme, sindirme, yok etme malzemesi olarak kullanıyorlar. Evet, bütün bunları yaparken toplumda paranoyalar oluşturmak suretiyle, “aman bunlar tehlikelidir” havasını estirerek devletin bazı kurumlarını karşımızdaymış gibi göstermeye ve bazı devlet memurlarını da üzerimize salmaya çalışıyorlar.


Zannediyorum, elinin emeği, alnının teriyle çok önemli yerlere gelmiş, aklı başında ve firasetli insanlar, o kötü niyetli kimselerin iğfallerine gelmez ve onlara kanmazlar. Şimdiye kadar büyük ölçüde kanmadıkları gibi umarım bundan sonra da o türlü entrikalar karşısında asla aldanmazlar. Ümit ederim, onca okumuş, onca tecrübe görmüş, -halk ifadesiyle- onca feleğin çemberinden geçmiş insanlar, toplumun yararına ve milletin geleceği adına çok önemli hizmetleri görmezlikten gelmezler, bazı müfterilerin iddialarıyla onları ademe mahkum etmezler; aksine, doğrudan doğruya millete hizmet felsefesinin bir araya getirdiği gönüllü insanların ve onların ortaya koyduğu hayırlı faaliyetlerin aleyhinde bulunmayı milletin aydınlık geleceği aleyhinde bulunma kabul ederler.


Diğer taraftan; değişik sohbet ve röportajlar vesilesiyle defalarca belirttiğim gibi ben askerliğe âşık bir insanım. Ordumuz hakkındaki mütalaalarım da öteden beri hemen herkes tarafından bu şekilde bilinmektedir ve bu çok açıktır. Askerliğim 27 Mayıs sonrasının çok sıkıntılı dönemlerine rastgelmiş olmasına rağmen, o zor günler benim askerlikle alakalı kanaatlerimi değiştirememiştir. İhtilalleri müteâkip bir dönemde, Talat Aydemir’in askeri olarak vazife yaptım. Şiddet, hiddet, öfke hepsi vardı o dönemde. Komuta kademelerinde sürekli el değiştirmeler oluyordu. Bazı subaylar kendilerine muhalif olanları teslim alıyor ve silahlarını bırakmayanların üzerinde tehdit mülahazasıyla uçaklar uçuruyorlardı. O zor şartlarda namazımı, orucumu aksatmamaya çalışıyordum ama cebime koyduğum bisküvilerle sahur/iftar yapmakta dahi çok zorlanıyordum. Fakat bütün o ağır şartlar bile o müesseseye karşı benim içimde zerre kadar olumsuzluk duygusu uyaramamıştı.


İşte onun için “Şimdi askere çağrılsam seve seve giderim” demiştim bir zamanlar; yine de diyorum. Neredeyse yetmiş yaşıma basıyorum, bugün çağırsalar yine giderim o mübarek asker ocağına. Sadece, “Kalb damarlarımda stent var; onu zorlayacak emirler vermeyin. Mesela, “marş-marş” demeyin, “yat-kalk” diyerek yormayın. Fakat, 25 kişilik koğuşlarda kalmaya, ranzalarda yatıp kalkmaya, diğer erlerle kolkola karavanaya kaşık salmaya varım” derim. Ben böyle bir duyguyu ilk kez seslendirince medyadan bazı kimseler tarafından tenkit gördüm; “Bu kadar aşırı alâka ve muhabbet de olmaz!” dediler. Fakat, sözlerim latife ile karışık olsa da onların içi doludur. İnsanlar genel olarak orduyu vatanın bekçisi diye anlatırlar. Bence, o topyekûn mukaddeslerin; mâzînin, milli kültürün, hürriyet ve emniyetin en emîn muhâfızıdır. Dolayısıyla, onu hep takdirle ve saygıyla anmak isterim.


Ordu ile alakalı duygu ve düşüncelerim böyle olduğu gibi, devletin temel unsurları mevzuunda da ulu orta konuşulmaması gerektiğine inanırım. Milletvekili, bakan, başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi devleti temsil eden insanlarla ilgili her sözün çok iyi tartılıp sonra söylenmesi taraftarıyım. Bana göre, herkese saygılı davranılmalı, her insanın onur ve haysiyeti korunmalı ve hiç kimse tahkir edilmemelidir; ama, milletin önünde bulunan ve özel bir konumu olan insanların izzet ve şerefleri hakkında çok daha hassas olunmalı, onlara karşı daha bir saygılı davranılmalıdır. Çünkü, o insanları hafife almak ve onurlarını rencide etmek sadece bir şahsın haysiyetine dokunmakla sınırlı kalmaz; temsil ettikleri müesseselerin de itibarını zedeler. Onlara saygı ise, aynı zamanda temsil ettikleri kurumlara ve topluluklara hürmet manasına gelir.


Bu açıdan düşününce, -bir röportajda- Erdil Paşa’yı eşi ve kızıyla birlikte sanık sandalyesinde iki büklüm görünce çok üzüldüğümü söylemiş ve ortaya konan üslubu tenkit etmiştim. Hukukun gereği de ihmal edilmeden daha yumuşak bir yol, daha az rencide edici bir üslup bulunabileceğini düşünmüştüm. O mahkeme haber yapılırken su-i zanların nerelere kadar gidip dayanabileceğinin de medya organları tarafından hesaba katılmasını dilemiştim. Evet, hak ve adaletin yerini bulması çok önemlidir ve adalet karşısında herkes eşittir. Ancak bu arada, yargı önüne çıkarılanların insanî durumları da söz konusudur. Kanaatimce, birbirine karıştırılmadan bu iki hususun icapları da yerine getirilmelidir.


Rivayet edilen şu hadise bu hakikati destekler mahiyettedir: Bir gün Hazreti Ömer Efendimiz, valilerini Mescid-i Haram’da toplar, herkesin huzurunda onları hesaba çeker ve halkın şikayetlerini dinler. Halktan biri, bir valinin kendisine haksız yere yüz kırbaç vurduğunu söyler. Hazreti Ömer (radıyallahu anh) meseleyi araştırır; valiye kısas uygulanmasına ve vurduğu kırbaç sayısınca ona da vurulmasına karar verir. Bunun üzerine Amr bin Âs hazretleri, “Eğer böyle yapmaya kalkarsan, şikâyetlerin ardı arkası kesilmez. Arkadan gelenler de senin yaptığını aynıyla uygularlar; böylece idarecilik müessesesinin itibarı gider ve milletin kendi başındaki insanlara güveni kalmaz.” deyince Hazreti Ömer, Amr b. Âs’ın haklılığına inanır ve meseleyi daha arızasız bir şekilde çözer.


Yine, bir savaş sonrası, alınan esirler arasında cömertliğiyle meşhur Hâtem’in kızı da vardır. Peygamber Efendimiz ona çok şefkatli davranmış ve babası hürmetine Tâî kabilesinin bütün cezalarını affettiğini söylemiştir. Sonra da, Ashab-ı Kiram efendilerimize dönüp, “Zillete düşmüş olsa da, bir kavmin azizine ikramda bulunun, hürmetkar davranın.” buyurmuştur.


Bu itibarla, devlet büyüklerine ya da onların ailelerine karşı yapılan sözlü ya da yazılı saldırıları veya medya vasıtasıyla fâş edilen dedikoduları ve İnternet üzerinden neşredilen güft ü gûyu kat’iyen tasvip etmiyorum; hele orduyu, kuvvet komutanlarını ya da rical-i devleti yaralayıcı sözler sarf edilip, yayınlar yapılmasını doğru bulmuyorum. Dinin cevaz vermediği o türlü kötülükleri doğru bulmadığım gibi, hakiki dindarların da öyle çirkin işlere kalkışacaklarına ihtimal vermiyorum.


Dahası, senelerden beri bana çok kötülük yapan kimselerin çalıp çırptıklarını, fuhuş yaptıklarını, değişik günahlar irtikap ettiklerini öğrensem, o cürümlerini açığa vurmayı, onları ailelerine karşı mahcup etmeyi ve çoluk-çocuklarının önünde rezil duruma düşürmeyi düşünmüyorum/düşünemiyorum. Zira, İslam’da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Hatta, zina gibi büyük bir günaha şahit olan bir insan şahitlik yapmak zorunda değildir. Şayet dört şahit, şehadette ittifak ederlerse, mücrime ceza verilir; fakat bu, şahitlik edenlerin sevap kazanacakları manasına da gelmemektedir. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu türlü hadiselerde hep meseleyi gizli tutmak ve elden geldiğince ketmetmek yolunu seçmiştir. Bizim vazifelerimiz arasında ve mehâsin-i ahlak kuralları içinde insanların kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcup duruma düşürme diye bir madde yoktur. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapma, günahları açığa vurma ve insanları tahkir etme dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.


Dolayısıyla, bazı milletvekilleri, bakanlar, kuvvet komutanları ve genelkurmay başkanı gibi rical-i devlet aleyhinde yapılan yayınları, daha doğrusu saldırıları çok alçaltıcı, onur kırıcı, yakışıksız ve sevimsiz buluyorum. O yayınların samimi müslümanlar tarafından yapıldığının iddia edilmesini ise, onları devlet adamlarıyla ve hususiyle de ordu ile karşı karşıya getirme çabalarından ibaret görüyorum.


Soru: Bazı devlet birimlerine sızdığınızdan/sızmak istediğinizden bahsediliyor?


Cevap: Maalesef bu iddia da, Türkiye’de istikrar havasının hâkim olmasını istemeyen, şöyle-böyle oluşan huzur atmosferini çekemeyen ve olumlu bazı gelişmeleri hazmedemeyen kimselerin demokratikleşme adına atılan adımların önünü almak için kullandıkları argümanlardan biridir. Milletin ikbalini kendileri için idbar kabul eden ve vazifeperver insanları kendi ikballeri açısından birer tehlike olarak gören bir azınlık, yer yer makam ve mevkilerinden ayrılma ve çıkarlarından olma telaşı yaşıyor, kaybettikleri koltukları tekrar elde edememe endişesiyle bunları yapıyorlar. Bohemce yaşayışlarını ve serâzat hayat tarzlarını çirkin bulacak kimselerin çoğalmasını rahatça davranmalarına ve keyiflerince yaşamalarına mâni görüyorlar. Daha sonra da şeytânî hislerine fikir libası giydirerek “İrtica tehlikesi var; her yeri falanlar sardı” türünden yâvelerle ortalığı velveleye veriyorlar. Bu sözleri tekrarlaya tekrarlaya zamanla tam bir irticâ paranoyasına tutuluyor ve kendileri haricindeki herkesi rejim düşmanı ve “başka” görme ruh hastalığına kapılıyorlar.


Saniyen; biz de bu devletin adamlarıyız. Ben öz be öz Anadolu insanıyım; kana, damara, kafatasına bağlı bir ırkçılığı asla tasvip etmedim; Turancı da değilim. Fakat, milletimi aşk derecesinde seviyorum. Bir insanın, kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denmez. Teşvik edilen insanlar da o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde Türk milletinden olmayanlar yaptılar, hatta belli yerlere kadar da geldiler. Belki şimdiki endişelerinin altında da o sızıntılarının farkedilmiş olabileceği endişesi var.


Ayrıca, bu iddiaların bir psikolojik savaşın parçası olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bazıları, “şucu, bucu” iftiralarını rical-i devlete tehdit, şantaj ve yıldırma malzemesi olarak kullanıyorlar. Faydalı işler yapabilecek kimseleri gericilikle suçlayıp sindiriyor ve onların önlerini kesiyorlar. Bu vesileyle hükümeti de sıkıştırmış ve bazı işlerini engellemiş oluyorlar.


Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de. Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmışlardır.


Soru: Sevgi okullarının arkasında sürekli bir yabancı güç aranıyor? Aksi halde değirmenin suyunun dönmeyeceği iddia ediliyor? Bu iddiaları nasıl karşılıyorsunuz?


Cevap: O okulları açıp yaygınlaştıranlar dindar kimliğiyle tanınan insanlar olduklarından dolayı, dine, imana, milli ruha ve kendi mana köklerimize karşı içinde düşmanlık besleyen bazı kimseler hazımsız davranıyor; dindarların başarılı olmalarını çekemiyor ve o türlü iddiaları yayıyorlar. Bugüne kadar milletimiz adına ciddi hiçbir şey yapamamış olan ve yarınlar adına da hiçbir şey yapacak gibi görünmeyen, sadece “Nerede bir villa kapabilirim?” hülyalarıyla oturup kalkan kimseler kıskançlıkları sebebiyle iftiralar atıyorlar. Dahası, millet ve vatan uğruna fedakarlığın ne demek olduğunu bilmediklerinden Anadolu insanının bu okulları ne fedakarlıklarla devam ettirdiğini kavrayamıyorlar.


Bu müesseselerin bir şahsa ait olmadığını, milletin malı olduğunu, ‘değirmenin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini belki yüz kere anlattık; fakat, görüyoruz ki, yüz kere daha anlatsak, fedakarlığın manasını ve almadan vermesini bilmeyenler yine de bu büyük hizmeti idrak edemeyecek, manasız bir kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışacaklar.


Oysa, değirmenin suyunun nereden geldiğini samimi olarak öğrenmek istiyorlarsa, suyu çıktığı yerden itibaren takip etselerdi; çarkların döndüğü yerden başlayarak kanalı adım adım izleselerdi. Eğer önyargılı değil iseler, onlar da göreceklerdi ki: Bu eğitim faaliyetlerinin arkasındaki güç, bir dönemde milletimize yeniden istiklalini kazandıran gücün ta kendisidir. Bu okullar, İstiklâl Harbi’ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin gönül semereleridir ve kaynağı da onların yürekleridir.


Haddizatında, dost-düşman herkes gönüllüler hareketini takdir ediyor. Bu hareket dünya çapında beğeniliyor, hüsn-ü kabul görüyor. Fakat, ne başı var, ne de kolu; ne organizesi var, ne de üyesi. Siz sadece anlatıyorsunuz, milletin aklına yatıyor ve herkes bulunduğu yerde bir meşale yakıyor. İnsanlar diyorlar ki, “Biz büyük bir milletin çocuklarıyız. Bir zamanlar cihana muallimlik etmişiz. Neden şimdi dar bir dünyada, kendi fanusumuza kapanıp kalalım? Neden dünyaya kendimizi anlatmayalım, dilimizi öğretmeyelim? Neden o güzel dilimiz dünyaca kulanılan bir dil olmasın? Neden ülkemize gelen yabancı misyon şefleri Türkçe konuşmasınlar?” Böyle diyor ve bu şekilde düşünmenin gereklerini yapıyorlar. Türk milleti farklı bir zaviyeden adeta milli mücadele kıvamında yeni bir mücadele ve yeni bir performansla kendini ifade etmeye kalkmış, kendi geçmişini ve kendi kültürünü anlatıyor dünyaya.. evet, dayatma ile değil, takdir edilen tavırlarıyla, davranışlarıyla, üstün temsil kabiliyetiyle kendini anlatıyor. Ve onlarca ülkenin vatandaşları Anadolu insanını takdirle karşılıyor; çok sert istihbarat servislerinin takiplerine rağmen hiçbiri bu işin aleyhinde olmuyor. Demek ki, Türkiye’deki o uğursuz azınlığın gammazlaması da gidip oralara ulaşmasa, okullar hakkında tek kelimelik menfi bir laf edilmeyecek.


İşte dün televizyonda gördünüz; Afganistan’ın hariciye vekili Türkçe konuşuyordu ve kendi ülkesindeki Türkiye okullarını göklere çıkarıyordu. Geçenlerde de bir ülkenin cumhurbaşkanının Başbakanımıza ve Hariciye Vekilimize telefon edip “Burada Türkiye’den gelen müteşebbislerin okulları var; onlar bizim geleceğimiz; ne olur, şuraya da bir-iki okul açın” istirhamında bulunduğu medyaya yansımıştı. Dünya bu okulların ve diyalog gayretlerinin kıymetini anladı ama içimizdeki bazı kimseler hâlâ anlamamakta, hatta dinlememekte ısrar ediyorlar. Ne diyeyim; Cenâb-ı Hak lütfuyla, inayetiyle, hidayetiyle onların da ufuklarını açsın, insanımızın yararına yapılan bu hizmetleri olduğu gibi, kendi derinlikleriyle onlara da göstersin…


Soru: Bütün bu olumsuzluklar karşısında bize neler düşmektedir?


Cevap: Daha baştan kabul etmek gerekir ki, saldırmak ve ısırmak bazılarının tabiatı haline gelmiş. Ne yapalım, Cenâb-ı Hak, bize insanları ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş! Öyleyse, bu yolun çileleri karşısında sabretmemiz ve hemen hafakanlara girmememiz lazım. Zaten, bizim inancımıza göre, misliyle mukabele etmek zâlimce bir kaidedir; dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalbsizlere karşı bile gönülsüz davranmak ise mesleğimizin en önemli esaslarındandır.


Evet, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler; bazıları kendi karakterlerinin gereği olarak ona buna saldırırken ve önlerine geleni ısırmaya çalışırken, bize de kendi karakterimize saygılı olmak ve nezih üslubumuzu korumak düşer. Üslubumuz bizim namusumuzdur, manevi şahsiyetimizdir, aynamızdır. Biz şimdiye kadar hep sevgi türküleri söyledik; sevgi deyip güldük, sevgi deyip ağladık, hep muhabbet çiçekleri dermeye çalıştık; sadece nefretten nefret ettik, kimseye karşı düşmanlık beslemedik ve hele asla kan dökmeye yeltenmedik; sokaklara dökülüp anarşi çıkarmayı vatana millete ihanet saydık, hep emniyet ve güvenin yanında yer aldık. İnşaallah bundan sonra da bu üslubumuzu koruyacak ve herkese gönlümüzü açık tutacağız. 


Hani derler ki; bazıları Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretlerine ağızlarına ne gelirse söyler ve ona hakaret ederlermiş. Yine bir gün bir saygısız adam, “Sen inançsızlara bile kucak açıyorsun, onlarla biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun… Böyle yapmakla dinin izzetine dokunuyor, İslam’ın onurunu iki paralık ediyorsun.” türünden bir düzine hakaretle dolu bir mektup göndermiş. Hazret, mektubu açıp okumuş, tebessümle kağıdın arka tarafını çevirmiş ve tek cümle yazıp geri göndermiş. Hazreti Mevlânâ o tek cümlede “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demiş. İşte, bizim mukabelemiz de ancak bu kadar olmalı ve herkes gönlümüzde kendisine ayrılmış bir sandalye bulabilmelidir.


Şu kadar var ki, ülkemizin sulh ve huzur atmosferine kavuşmasını çekemeyen, bu gönüllüler hareketinin en hayırlı faaliyetlerini bile dinamitlemeye gayret eden ve anarşiye yelken açıp milletin huzurunu bozmak isteyenlerin şerlerinden bir türlü emin olamıyorsak, onlara karşı bir çaremiz de duaya sarılmak ve onları Allah’a havale etmektir. Bazen içimden “Allahım, ilk atalarının haklarından geldiğin gibi bu devrin Ebû Cehillerinin, Utbelerinin, Şeybelerinin… de haklarından gel!” şeklinde beddua edesim geliyor. Fakat, öyle bir meselede bile üslubumu korumaya çalışıyor ve ben şöyle dua ediyorum: “Allahım, onların da hidayetlerini murad buyuruyorsan, Sen’den başka Hâdî yoktur, hidayet eyle ve onları da insanlık ufkuna yükselt, kalblerine mülayemet ver; din düşmanlığını içlerinden sök al, vatan ve millet sevgisiyle gönüllerini mâmur kıl. Fakat, şayet murâdın bu değilse ve onların da buna liyakatleri yoksa, o zaman haklarından gel ve bizi şerlerinden emin eyle.”