Bunlar, Son Sözlerim Olabilir!..

Bunlar, Son Sözlerim Olabilir!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Hastalıklar bir yönüyle, ötelere yolculuk için hazırlık
yapma çağrısı ve îkazıdır. Her hastalık, insana bu
hayatın fânî olduğunu ve ebedî bir aleme gidileceğini
hatırlatmaktadır. Senelerdir çok çeşitli rahatsızlıklar
geçirdim ama şu en son geçirdiğim kalb krizi beni
bütün bütün ötelere bağladı. Artık söylediğim cümleleri
“son sözlerim” olarak görüyor ve öyle telaffuz ediyorum.
Son anlarımı yaşadığım ve ahirete açılan koridora
iyice yaklaştığım hissi var içimde. O ilk krizi atlatsam
da, kalb ve şeker gibi rahatsızlıklarım devam ediyor.
Günde birkaç defa kan şekerimi kontrol ediyor ve kalb
atışlarımın ritmini dinlettirmek zorunda kalıyorum.
Bazı ekstradan aldıklarım hariç, her gün 25-30 adet
ilaç kullanıyorum. O kadar ilacın vücutta hâsıl edeceği
komplikasyonlar bile bir insanı yatağa düşürmeye yeterlidir.
Fakat yatakta olmaktan, hatta uykuyu biraz fazla kaçırmaktan
hayatım boyu iğrenmişimdir. Bu sebeple uzun süre yatakta
kalmaktan sıkılıyor ve yarım oturarak da olsa bir-iki
arkadaşın bulunduğu bir mekanda olmayı tercih ediyorum.

Bazı insanlar, eğer bir yerde fakire ait bir yazı
görmüşlerse hemen o gazete, dergi ya da internet sayfasıyla
bizzat ilgilendiğim kanaatine varıyorlar. Hatta e-mail
adresimi istediklerini ve yazışma telebinde bulunduklarını
arkadaşlardan duyuyorum. Halbuki, ben bazı dostlardan
gelen mektupları dahi okuyamıyor; bir-iki satırla
da olsa cevap veremiyorum. İnternetle de hiç ama hiç
meşgul olmuyorum. Zaten, hayatımın son anları olarak
düşündüğüm şu günlerin hiçbir dakikasını öyle şeylerle
geçirmek istemem. Rabbimin huzuruna giderken, O’nun
rızası için yapmaya çalıştığım ibadet ü taat ve dua
dışında bir hal üzere olmayı Cenâb-ı Allah’a karşı
vefasızlık sayıyorum. Şu anda, sadece O’nun rızasını
düşünmek, O’nun huzurunda başımı secde eşiğine koymak
ve emanetini alacağı an en temiz duygu ve düşünceler
içerisinde bulunmak istiyorum.

Bazı arkadaşlar hüsn-ü zan edip bu fakirden hâlâ
birşeyler öğrenebileceklerini zannediyor ve sorular
soruyorlar. Konuşacak takatim olmamasına rağmen onlara
saygımın icabı birkaç cümleyle de olsa cevap vermeye
çalışıyorum. Sonradan öğrendim ki, arkadaşlardan bir-ikisi
anlatılanları kaydediyor ve bir İnternet sitesinde
yayınlıyorlarmış. Anlattıklarımın bir kıymeti olduğunu
ya da birşeyler ifade ettiğini zannetmiyorum. Fakat
hüsn-ü zan eden, iyi niyetli ve hayır düşünceli insanların
bu gayretlerine de saygı duyuyor ve ses çıkarmıyorum.

Bu işin bir başka boyutu daha var ki, ben kendimi
nasihat etmeye ve insanlara birşeyler anlatmaya hiç
ehil görmedim, görmüyorum. Va’z u nasihat edecek insan
ciddi bir iç hazırlıkla ve manevî doygunlukla muhataplarının
karşısına çıkmalıdır. Bu da, öyle surata bir maske
takıp ortaya çıkma gibi birşey değildir. Konuşacak
insan herşeyden önce kalbinin Allah’la irtibatına
ve dinleyicilerin vaktini israf etmeyecek şekilde
hazırlanmaya dikkat etmelidir. Bir sohbet, bir nasihat
deyip geçemezsiniz.. insan yarım saatlik bir konuşma
için aklen, fikren, rûhen, hissen birkaç gün hazırlanmalı;
gözünü ağyardan sakınmalı, kalbin gez-göz ve arpacığıyla
rıza hedefine kilitlenmeli; çok dua etmeli, Yüce Allah’ın
razı olacağı sözleri söyleyebilmek için Rabbine sığınmalı
ve yalvarıp yakarmalıdır. Bir tanesi, Tabiîn’in büyüklerinden
Tâvus bin Keysân’a gelip “Bana dua eder misin?” deyince
Tâvus Hazretleri “Gönlümde dua edebilecek haşyet hissetmiyorum.”
cevabını veriyor. İşte, konuşacak insan iç haşyet
ve manevî hazırlıkla dolu olarak muhataplarının karşısına
çıkmalı; çıkarken de kötü örnek olmaktan Allah’a sığınmalıdır..
sığınmalı ve “Müslümanlığı benim şahsımda, davranışlarımda
ve kaba hallerimde görürlerse dine karşı nefrete sebebiyet
vermiş olurum.” mülahazasıyla, hitap edeceği yere
tir tir titreyerek yürümeli, sonra da bu duygularla
söze başlamalıdır.

Evet, meselenin sorumluluğunu hisseden bir kimse
için irşad adına halka sohbet etmek çok zordur. Hatta
vaaz u nasihat kadar zor bir iş yoktur denebilir.
Her kelimeyi Allah’ın rızasına bağlamak, iyi bir söz
söyleyince hemen nefis muhasebesi yaparak: “Aman Ya
Rabbi! Bir yanlışlığa düşmekten Sana sığınırım. Sözü
söyleten Sensin, telaffuz eden ben olsam da insanların
ihtiyacına binâen bu sözleri hatırıma getiren Sensin.
Bunu nefsime maletmek gibi bir şirke düşmekten beni
muhafaza buyur!” diyerek anında kendini sorgulamak,
murâkabede bulunmak çok önemli ve önemli olduğu kadar
da zor bir meseledir. Vaaz “gönlün sesi” olmalıdır.
Vâiz, o sesi önce kendi gönlünde duymalı; birisi ona
nasihat ediyormuş gibi hissetmeli; kendini, verdiği
misallerin kahramanıyla beraber bilmeli; Hz. Hamza’yı
destanlaştırırken karşısında Utbe’yi, Şeybe’yi, Velid’i
görüyor gibi olmalı ve ciddi bir konsantrasyon içerisinde
konuşmalıdır.

Mesuliyet duygusundan mahrum kimseler bildikleri
şeyleri rastgele seslendirebilirler. Oysa, mesele
bir yarım saati doldurmak ve konuşmuş olmak değildir.
İrşadın en önemli tarifi; insanlarla Allah arasındaki
engelleri bertaraf ederek, lâhutî (ilâhî) alemle gönülleri
buluşturmaktır. Konuşmacı, göze batan tavırlarıyla,
kulak tahriş eden sözleriyle, beyanındaki kabalıkla
araya giriyorsa, irşad, maksadının aksine netice verecektir.
Hatibin kendini aradan çıkarıp muhataplarını O’nunla
başbaşa bırakması asıldır. Konuşanın nefsî meyilleri
de dahil aradakileri bertaraf etmek, manevî bir vuslat
köprüsü kurmak irşad yörüngeli bir konuşmanın en önemli
hedefidir. Böyle bir hazırlık ve duygudan yoksun olanlar,
alâka uyarma maksadıyla sunî olarak bağırıp çağırsalar
ve mevzuyu esprilere boğsalar da halk tarafından sevilmeyecek;
onları, Allah’a götüremedikleri gibi bir de kendilerinden
uzaklaştırmış olacaklardır.

Hz. ÖMER’in Tavrı

Hadis kitaplarında nakledildiği üzere; Hz. Ömer (radiyallahü
anh) bir Cuma günü minberde hutbe verirken ilk hicret
eden sahabîlerden biri camiye giriyor. O içeri girince
Hz. Ömer sözünü kesip “Saat kaç?!..” diyerek onun
geç kaldığını ifade ediyor. O sahabînin, mazeretini
söylerken “Çarşıdan eve dönerken geciktim ve abdest
alır almaz da geldim.” demesi üzerine “Allah Rasûlü’nün
Cuma günü gusletmeyi de emrettiğini bilmiyor musun?”
diyor.

İmam Şatıbî bu hadiseyi anlatırken, herhalde Hz.
Osman hakkında sûizanna sebep olmasın diye isim tasrih
etmiyor. Fakat bazı hadis kitaplarında Cuma’ya geç
kalan sahabinin Hz. Osman (radiyallahü anh) olduğu
belirtiliyor.

Hz. Ömer Efendimiz’in bazı tavırlarında -bu hadisede
olduğu gibi- çok yüksek manalar bulunduğuna; konuşurken,
tavır koyarken.. söz, hal ve tavırlarına yüksek manalar
yüklediğine inanıyorum. Hz. Ömer gibi bir nezaket
ve firaset insanının, Hz. Osman gibi seçkin bir sahabiyi,
bizzat kendisinin üçüncü halife adayları arasında
ismini saydığı önemli bir dostunu mahcup edecek bir
sözü o kadar insan içinde rastgele söylemesi düşünülemez.
Öyleyse bu meselede Hz. Ömer’in tavrındaki inceliğe
dikkat etmek gerekir.

Herşeyden önce Hz. Ömer Efendimiz Cuma namazı ve
camiye erken gelme hususundaki hassasiyetini ortaya
koyuyor. Ayrıca, çok önemli şu hakîkate işaret ediyor:
Eğer hayırlı bir şey yapılıyorsa ve yapılan o şey
de önemliyse, Allah’ın rızasını kazanma gayesiyle
eda ediliyorsa.. bu işe ilk gönül vermiş olanlar,
daha sonra da daima önde olmalılar.. o işte sürekli
önde koşmalı, arkadan gelenlere bir hüsn-ü misal teşkil
etmeliler. Anne-babanın, çocuklarına bazı meselelerde
örnek olmaları gibi onlar da kendilerinden sonra gelenlere
iyi örnek olmalılar. O toplum içinde Hz. Osman herkesin
hürmet edip önde kabul ettiği, örnek alınacak, delil
sayılacak, hüccet kabul edilebilecek bir insandır.
O, hutbeye geç kalırsa başkalarının “Cuma’ya sonra
gidilse de, hutbe okunurken camiye varılsa da oluyormuş…”
deme ihtimali vardır. Öyleyse, Hz. Osman seviyesinde
bir kimsenin herkesten önce camiye gelmesi, ön safı
tutması ve bu haliyle halka örnek olması lazımdır.

Ayrıca, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) camiye en önce gelenin bir deve boğazlamış
gibi, daha sonrakilerin de sırasıyle sığır, koyun,
tavuk ve yumurta infak etmiş gibi; yani, ilk gelenden
ezan vaktinde camiye girene kadar herkesin derece
derece sevap kazanacağını belirtmesinden dolayı, o
devirdeki insanların Cuma namazı için camiye geliş
vakti, şafakla beraber başlıyordu. Hz. Ömer yaptığı
îkazla o hadis-i şerife de telmihte bulunmuş oluyordu.

Bir diğer mesele de şudur; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz
Cuma günü gusletmenin gerekli olduğunu söylemiş; bundan
dolayı, Cuma günü gusletmeye bazı mezhepler vacip,
diğer bazıları da sünnet demişlerdir. O günkü şartlar;
yani çok sıcak bir bölgede, çok defa yün giyen insanlar
ve Mudar’dan gelen kabîlenin tavrında görüldüğü gibi
o yünün terden dolayı çok kötü kokması nazara alındığında
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in, Cuma ve bayram
günlerinde guslü tavsiye buyurmasının hikmeti daha
iyi anlaşılacaktır. İşte Hz. Ömer, Cuma günü gusül
abdesti alınması gerektiğini Hz. Osman vesilesiyle
bir kere daha hatırlatmış oluyordu. Dahası, kendinden
sonra işin başına geçecek insana “Sen İmamsın, Efendimizin
yaptığı herşeyi sen de aynen yapmalısın ve bunu da
halk böyle bilmeli!” işaretini veriyordu.

Evet, Hz. Ömer, kendisine yakın bildiği bir insanı
bu şekilde hafifçe sarsmış; önde yürüyen insanların
dini yaşamada hassas olmaları gerektiği için onu hemen
îkaz etmiş; meselenin ehemmiyetini sözlerini kaldırabilecek
bu insan aracılığıyla ifade buyurmuştur.

Aslında, Hz. Ömer Efendimiz’in benim tezkiyeme ihtiyacı
yoktur. Fakat zihinlerde yanlış bir şey kalır; “Biz
bile caminin içinde bunu yapmayız, Hz. Ömer nasıl
yapar?” sorusuyla her yönüyle mükemmel bir insan hakkında
sûizan kapıları açılır endişesiyle bu kadarcık bir
açıklamayı zaruri gördüm. Böyle bir tavır, Hz. Ömer’in
büyüklüğüne nisbetle küçük görülebilir; fakat Hz.
Ömer’in ona yüklediği manalar açısından bakılınca
o davranış çok büyüktür. Hz. Ömer Efendimiz’in bir
arkadaşını, cephede aynı safta beraber mücadele verdiği
bir dostunu caminin içinde mahcup etmesi, utandırması
kesinlikle çok basit bir manaya matuf olamaz. Hele
o tavırda bir garaz (kötü niyet) katiyen bulunamaz.