448. Nağme: Metânetimizin Temeli ve İmtihanın Kaybedenleri

448. Nağme: Metânetimizin Temeli ve İmtihanın Kaybedenleri

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, yaklaşık altı saat önceki sohbetine şu beyitle başladı:

“Şafak çoktan söktü, ufukta ışık cümbüşü,

Zulmetler hırıltıda, soluk soluğa nurlar.”

Bu mülahazanın bir çeşit dua ve ümit terennümü olduğunu söyleyerek, fetret devrinin bazı muvahhidleri tarafından İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da ızdırar ölçüsünde böyle bir intizarla beklendiğini anlattı.

Hizmet Hareketi’nin dünya çapında hüsn-ü kabul gördüğüne değinen Hocaefendi, bu muvaffakiyette Cenâb-ı Hakk’ın sevk ve inayetinin çok açık olduğunu dile getirdi. Allah’ın bu büyük nimetinin görülmemesinin bir nankörlük sayılacağını, meseleye “tahdis-i nimet” zaviyesinden yaklaşılması gerektiğini belirtti.

“Tahdîs-i nimet” sözünün “Allah’ın ihsanlarına karşı şükür duygusuyla dolmak ve O’nun lütuflarını ilan etmek” demek olduğunu; bir başka ifadeyle, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesi manasına geldiğini vurguladı.

“Rahmeti gazabına sebkat eden Cenâb-ı Allah bu kadar sübhanî lütuflarda bulunduktan, sizleri böylesine ümitle şahlandırdıktan ve reca güzergâhına yönlendirdikten sonra bu nimetleri elinizden alarak size bir inkisar yaşatmaz.” diyen aziz Hocamız, bunun şartı olarak İmam Gazzali hazretlerinden bir misalle yolda takılıp kalmamak gerektiğini hatırlattı:

İmam Gazzali Hazretleri yolda kalanların haline şöyle bir misal verir: Bir adam Bursa gibi bir şehirden kalkar, İstanbul misali güzel mi güzel bir beldeye gitmek üzere yola çıkar. Bir süre ilerledikten sonra, yol meşakkati ve yorgunluk ağır basar, biraz dinlenmek ister. Müsait bir yer ararken, bir su kenarı bulur. Şırıl şırıl akan su, meyveli ağaçlar, serin gölgelikler, bülbül gibi şakıyan kuşlar, tatlı tatlı öten kuşçuklar, etrafta uçuşan rengârenk kelebekler… bütün bu güzellikleri görünce oraya hayran kalır, adeta büyülenir ve bir ağacın gölgesine otağını kurar. Suyun çağlamasını dinlemeye, kelebeklerin uçuşunu seyre, ağaçların meyvelerinden yemeye ve serinlikte dinlenmeye durur. Çok geçmeden de içinde bulunduğu halin cazibesine vurulur ve dalar gider, İstanbul güzelliğindeki o diyarı unutur. Başlangıçta o beldeyi kastederek azm-i râh etmiş olsa da, önüne çıkan güzellikler sebebiyle maksadından vazgeçer ve yol yorgunu olarak oraya yıkılıp kalır.

Şayet, insanlara asıl hedefleri ve varıp ulaşmaları gereken ebedî meskenleri sürekli hatırlatılmazsa, -hafizanallah- herkesin -aynı o yorgun yolcu gibi- şirin bir gölgeliğe, lezzetli birkaç meyveye, câzibedâr bir güzelliğe takılıp yolda kalması ve oracığa yığılması muhtemeldir. Dolayısıyla, her insanın bu mevzuda her yeni gün bir kere daha takviyeye ihtiyacı vardır.

Bu hakikatlerin hülasası sadedinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “Dünyada bir garip, yahut bir yolcu gibi ol, nefsini kabir ehlinden say!” nasihatini ve “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki?!. Şu yeryüzündeki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden yolcunun haline benzer.” hadisini zikreden Hocaefendi, şu iki sözün tedâîleriyle ilk faslı noktaladı:

*Hedefi belli olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez.

*Pusulasız giden geminin rotası denizin dibidir.

Daha sonra muhterem Hocamıza şu soruyu yönelttik:

Hazreti Üstad, bilhassa mahkeme ve hapishane dönemlerinde ısrarla talebelerine uhuvvet ve ittifakı hatırlatan mektuplar yazıyor. “Sizlerin kalb, ruh ve aklınızı itham etmem. Fakat nefis, hevâ, his ve vehim bazen aldatıyorlar.” buyuruyor. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde de nefis, hevâ, his ve vehme yenik düşmeme adına tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Hocaefendi, Üstad hazretleri döneminden günümüze kadar hapishanelerdeki muameleden misaller vererek cevaba başladı. Sorgu ve tutukluluk hallerinin sıradan insanlar üzerindeki tesirlerine temas ederek, gerçek yiğitlerin o zor şartlarda belli olduğunu dile getirdi. Nefis, hevâ, his ve vehmin hadiseleri nasıl büyüttüğünü ve içinden çıkılmaz belalarmış gibi gösterdiğini açıkladı.

Hazreti Üstad döneminde sırf Nur talebelerini tıraş ettiğinden dolayı “Belki bir şey bulaşmıştır!” denilerek onlarla beraber hapse atılan bir berberin ibretlik hatırasına temas eden Hocaefendi, o türlü hallerde en büyük tehlikenin atf-ı cürüm meselesi olduğunu söyledi. Kendi başından geçen bir hadiseyi naklederek, bazı zayıf kimselerin kendilerini kurtarma telaşıyla başkalarını suçluymuş gibi gösterdiklerine dikkat çekti. İnsanların atf-ı cürümle birbirlerini karalamalarının hiçbirine faydasının olmayacağını, bilakis birbirini suçlamanın musibeti ikileştireceğini dile getirerek şunu ilave etti:

“Yine Üstadımızın ifade ettiği gibi, ehl-i dünya, ehl-i dalalet hiç inanmayacaktır; onları o mevzuda o kötü işlerde kullanacak, bir yönüyle dinlerinin temelini sarsacak, sonra da ‘dönek herifler’ diye partal eşya gibi kaldırıp bir tarafa atacaktır.”

Geçmişe ve musibetlere kader açısından, geleceğe ise irade ve teklif zaviyesinden bakmak gerektiğini hatırlatan kıymetli Hocamız ümitlerimize fer verecek ve musibetleri nazarımızda şirinleştirecek vesileleri sıraladı.

Hocaefendi, hasbihalinin sonunda şöyle dedi:

“İstediğini Allah’tan isteyen hiçbir zaman mahrum kalmamıştır. İstediğini dünyadan isteyen insanlar da istediklerine çok uzun boylu sahip olamamışlardır. Kazanan sizlersiniz. Kaybettirmek isteyenler.. esas kaybedenler de onlardır. Size kaybettirmek isteyenler, kaybedenler onlardır! Kaybediyorlar!..”

Muhtevasına işarette bulunduğumuz sohbeti 34:03 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınız istirhamıyla…