Cuma Hutbesi: Mübarek Bir Coğrafyanın Gurbet Yılları

Cuma Hutbesi: Mübarek Bir Coğrafyanın Gurbet Yılları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz; ışık karanlıkla iç içe, gece gündüzle at başı; bir yanda yığın yığın ölüme sürüklenenler, diğer yanda İsrafil sûru almış gibi dirilenler; bir tarafta bahar meltemleri üfül üfül, öbür yanda her şeyi kırıp geçiren fırtınalar.. bir bakıyorsun güllerin, çiçeklerin arasında boy boy dikenler ve her yanda bülbül nağmelerine inat saksağan çığlıkları; bir de bakıyorsun, her tarafta kızaran güller ve güller üzerinde şakıyan bülbüller. İlhad hezeyanları iman soluklarıyla yan yana, inkâr ulumaları ikrar âvâzeleriyle iç içe. Yer yer gelip kulaklara çarpan söz şeklindeki hırıltılarla ürperiyor; zaman zaman da gönüllerde ninniler gibi duyulan altın seslerle dinleniyoruz. Evet, dört bir yanda diken tohumları saçanların haddi hesabı yok; herkese ötelerin turfanda meyveleriyle ziyafet çekenlerin sayısı da onlardan az değil. Zannediyorum bunca zıt şey, şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar birbirine yakın olmamıştı.

Yıllar var ki bizler, Atlantis’in yetim çocukları gibi gönüllerimiz hep o yitik ülkenin hasretiyle inim inim ve gözlerimiz üst üste gurûblarla kararan o meş’um ufuklarda sabahladık, akşamladık. Bazen sarsıldık, bazen de kaybettiğimiz değerlerin, tıpkı askerden dönenler gibi dönüp geleceği ümidiyle canlandık ve coştuk. Şu anda da, bazen tüllenen güzellikler ümitlerimize bir şeyler fısıldıyor; arkadan bir tipi-boran esip geliyor ve berdülacûz gibi her tarafı kasıp kavuruyor. Bazen yapılanlar yıkılıyor; yıkılmayanlar da üst üste sarsıntılar yaşıyor.. ve hep böyle tâli’sizce devrilenlerin yerini yiğitçe koşanlar alıyor.

Bizler, olup biten bütün bu şeyleri, Allah’ın ekstra lütuflarına ve özel teveccühlerine bağlayarak yer yer seviniyor, zaman zaman da değişik olumsuzluklar karşısında buruklaşıyor ve inkisarlarla kıvranıyoruz; inkisarlarla kıvranıyoruz, pişip olgunlaştığını sandığımız çiğleri ve çiğlikleri gördükçe ve inkâra, ilhada kilitlenmiş ruhların kabalık ve bağnazlıklarını, dostların vefasızlığını, yakın durup uzak görünenlerin tuhaf tavırlarını, sürekli yüzüp gezen hercâî gönüllerin kararsızlığını düşündükçe. Nasıl olmuştu da, geçmişi o kadar sağlam, mânâ kökleri o kadar mükemmel bir millet, içlere burkuntu şu eğri büğrü düşünce ve eğri büğrü hâliyle böyle bir çelişkiler toplumu hâline gelebilmişti! Nasıl olmuştu da anlayamamıştık ruhumuzu Mefisto’ya sattığımızı ve gönlümüzü tenimize kurban ettiğimizi! Hatta ruhumuzun ağzına gem vurup cismaniyetimizi şahlandırdığımızı; Allah’a başkaldırıp alnımıza isyan damgası yediğimizi..!

Maalesef millî karakterimizle telifi imkânsız bir aymazlık içine girmiştik ve göremiyorduk olup bitenleri; göremiyorduk da milletçe her gün biraz daha kaddimiz bükülüyor, biraz daha kamburlaşıyor, üst üste kırılmalar yaşıyor, yer yer yıkılıp enkazlaşıyor ve peşi peşine bu kırılıp yıkılmalarla millî ruhumuzun rengi, deseni değişiyor, derken ufkumuz daralıyor, çehrelerimiz kararıyor, düşüncelerimiz yamuk-yumuk hâle geliyor ve sözlerimiz tamamen hezeyana dönüşüyordu; dönüşüyordu ama, biz farkında değildik bu ürperten değişimin.

Gün geldi, bu iç içe fezâyi ve fecâyi ile millî konumumuza yakışır duruşumuz bütün bütün bozuldu; birlik, beraberlik ruhunda kırılmalar başladı.. toplumu teşkil eden fertler, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi şuraya-buraya saçıldı.. bunu, sağda-solda sun’î gruplaşmalar takip etti.. gruplar arasında kinler, nefretler körüklendi ve herkes birbirinin kurdu hâline geldi. Zamanla toplum bütünüyle çirkinleşti ve o dırahşan çehrelerin yerini simsiyah simalar aldı.. her yanda kapkara sesler yükselmeye başladı.. ardından da kitleler birbirini yemeye, sistem de hepsini birden ezip öğütmeye koyuldu. Artık her yanda duyulan ya zalimlerin “hayhuy”u ya da mazlumların âh u efgânıydı. Bütün bunlar oldu, oluyor ve bundan sonra da olacağa benzer. Böyle bir durumun çok acı ve üzücü olduğunda şüphe yok; ancak, bundan daha acısı da, bu üzücü ve ezici duruma çare bulma yolunda beklediğimiz, o sineleri heyecanla dopdolu büyük muzdarip ve çilekeşlerin ağızlarına fermuar vurulmasıydı.

Mevcut manzaradan şikâyete hakkımızın olmadığı muhakkak; ne var ki olup bitenleri görmezlikten gelmenin de, Müslümanlıkla, milliyetperverlikle telifi imkânsız. Ama ne acıdır ki, kökü çok eskilere dayanan çarpık bir anlayışla biz, dini, diyaneti tamamen kendimize benzettik.. milliyet ruhunu da hevâ ve heveslerimize feda ettik.. aklın sahasına giren şeyleri akla, aklı da kalb ve ruhun yedeğinde meâlîye tevcih edip gönüllerimizi mârifetle mamur kılacağımıza; basiret, irade, şuur, his, idrak ve latîfe-i Rabbâniye… gibi iç ve dış duyularımıza sırtımızı dönerek maddî-mânevî her iki âlemi de kararttık. Gayri her gün, ayrı bir şaşkınlık içinde farklı bir yöne yöneliyor; her gün değişik bir kısım fantezilere takılıyor ve dur-durak bilmeden mihraptan mihraba koşuyoruz. Konuşup bir şeyler anlatmaya çalıştığımızda da, nefeslerimizi tutup suskunlaştığımızda da sürekli hatalar yapıyor ve sürekli yeni arızalara sebebiyet veriyoruz; sebebiyet veriyor ve muttasıl aynı hataları tekrar edip duruyoruz. Derlenip toparlanamıyor, bir türlü hedefe kilitlenemiyor ve sağlam bir tevhîd-i kıble mülâhazasıyla “Yâ Hak” deyip gönülden O’na yönelemiyoruz.

Düştüğümüzün farkında değiliz, hiç olamadık da; doğrulma yönündeki azmimiz ise süreksiz. Düşüncelerimiz yamuk-yumuk; iradelerimizde çatırtılar duyuluyor; kararlarımız tutarsız ve ruhlarımızı öldüren o yabancılaşmadan bir türlü kurtulamıyoruz. Bazen inanç ve millî mefkûremize ters patikalarda yürüyor; bazen kendi düşünce istikametimize zıt cereyanlara kapılıyor ve bilmediğimiz meçhullere sürükleniyor; bazen de arkalarından koştuğumuz kimselerin ihanetine uğruyor ve arkadan hançerleniyoruz.

Yıllar var, bu garip maceralar âdeta kaderimiz oldu: Hep susuz vadilerde su deyip koştuk; hep kupkuru kuyulara kovalar saldık; bazen yabanî kamışlarda şeker aradık; bazen de diken ekip pıtrak biçmekte ömür tükettik. Dünyaları iğnâ edecek kadar zengin bir kültür mirasımız bulunmasına rağmen, bir türlü dilencilikten ve başkalarına serfüru etmekten kurtulamadık. Baştan başa birer gül bahçesi olan tarihî yamaçlarımız yerine, gidip gidip başkalarının dikenliklerine takıldık. Kendi bahçelerimizdeki onca bülbül nağmelerine rağmen saksağan sesi dinleye dinleye bir hâl olduk.

Hususiyle son yıllarda millî tabiat ve millî karakterimiz itibarıyla bir hayli deformasyona maruz kalmış olmalıyız ki, artık kendimiz olmadan utanıyor, bize ait birkaç bin senelik değerlerimize sırt çeviriyor ve mânâ köklerimizi, tarihî dinamiklerimizi –hepimiz öyle düşünmesek de– inkâr ediyoruz. Eskimeyen o muhteşem eski mirasımızı âvâz âvâz dört bir yanda ilan edip, kendi derinliklerimizi herkese duyuracağımıza, bir kısım mütegalliplerin, kulaklarımızı tırmalayan hırıltılarını dinliyor ve bir mânâda iç bulantılar yaşıyoruz.

Biz, milletçe devletler arası muvazenede o muhteşem yerimizi kaybettiğimiz günden beri dünyayı başıboşlar idare ediyor; insanlığın kaderi bulaşıklara emanet. Her yerde yağmacılar arpalık peşinde.. yeryüzü nimetleri nankörlerin kontrolünde.. hak düşüncesi, insaf ve adalet mülâhazaları, ara sıra, canı yanmışlarca seslendirilen imdat çığlığı gibi bir şey.. silinip gitmiş, yüreklerden merhamet ve şefkat hissi.. körelmiş vefa, sadakat ve güven duygusu, unutulmuş gibi şeref, itibar ve haysiyet tutkusu.

Evet asırlar var ki biz, en hayatî millî değerlerimizi unuttuk ve yüzlerce seneden beri geliştirdiğimiz kültür mirasımızdan bütün bütün yüz çevirdik. Dahası dünyanın dört bir yanından derleyip millî ve dinî değerlerimizin yerine ikame etmeye çalıştığımız o bize ait olmayan yabancı telakkilerle genç nesillerin zihinlerini bulandırdık. Artık, pek çoğu itibarıyla avareleştirdiğimiz bu nesiller, kendi değerlerine sövüyor, millî ruh ve millî düşünceyi tahkir ediyor, eski mirasa ait her şeyi yıkmaya çalışıyor ve bölük-pörçük olmuş farklı kulvarlarda hep “hiç”lere koşuyor. Bütün bunlara karşılık, olup bitenleri doğru görüp, doğru düşünüp, doğru yorumlayanların sayısı da az değil; ne var ki pek çoğu itibarıyla bunlar da, ağızlarına fermuar vurulmuş gibi yutkunup duruyor ve hep bir sessizlik murâkabesi yaşıyorlar. Bazen seslerini yükseltip birkaç adım atsalar da, küçük bir tazyik ve önemsiz bir tehdit karşısında, önce durdukları yerin dahi gerisine çekilerek sürpriz mazhariyetler beklemeye koyuluyorlar. Bu hâlleriyle onlar da, ya tevekkülü tevâküle karıştırıyor ve kendi kendileriyle iç çelişkiler yaşıyorlar, ya da durmaları gereken yerde duramadıklarından ve konumlarının hakkını veremediklerinden, Allah’la olan münasebetlerini kirletiyor, millet düşmanlarını da cesaretlendirmiş oluyorlar. İradelerinin hakkını verip kendileri olacaklarına, iradesizliklerine kurban gidiyor ve başkalarının gelip üzerlerinde hâkimiyet kurmalarına hep açık duruyorlar.

Evet, seneler var, sağlam bir geçmişi olan bu millet, sürekli kalb ve kafa ayrılığıyla kıvranıp duruyor; ne kâinat ve hâdiseler adına mâkul bir yorum ortaya koyabiliyor ne de sosyal olayları doğru okuyabiliyor. Aval aval bakıyor çevresine ve sürükleniyor değişik rüzgârlarla şuraya-buraya. Doğrusunu söylemek gerekirse kendimize gelip akıl, göz ve gönül ufkundan bütün varlığı, bütün şuûnu ve kendimizi yeniden dosdoğru okuyacağımız, yepyeni bir tahlil ve terkiple (analiz ve sentez) bir kere daha kendimizi ifade edeceğimiz âna kadar bu dağınıklık sürüp gideceğe benzer. Keşke bu mâkus kaderimizi değiştirebilseydik! Keşke Allah’ın bize bir lütfu olan konumumuza göre sağlam bir duruşa geçerek mazhariyetlerimizin hakkını eda edebilseydik! Ne acıdır ki eda edemedik; hatta şu anda da sadece olup biten hâdiseler karşısında ciddî bir şeyler yapamama acziyle yer yer kıvranıyor; zaman zaman da elem ve kederlerimizi sinelerimize gömerek kâh yutkunuyor, kâh gözyaşlarıyla boşalıyor; ama her zaman içimizi kanatan bir hicran yaşıyoruz.. böyle bir durumda da ne Cenâb-ı Hakk’a karşı ne de milletimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirdiğimizi söylememiz mümkün değil…

Keşke bu ölçüde olsun bütün bir millet olarak vefa düşüncelerimizi koruyabilseydik! Hiç olmazsa oturup içimizi Allah’a dökerek ağlayabilseydik! Yapamadık ve kendimize ait düşüncelerimizi tam koruyamadık.. bütün benliğimizle Hakk’a yönelip içimizi O’na açamadık.. yıllar var hep duygusuz yaşadık.. duygusuz oturup kalktık. Oysaki, milletçe durduğumuz yer itibarıyla bizim de âleme söyleyeceğimiz bir kısım gönül hikâyelerimiz olmalıydı! Geleceğin dünyasında, bizim düşünce ibrişimlerimizden de bir kısım atkılar bulunmalıydı! Bizler dünyada yalnızlığın, yetersizliğin gurbetini yaşamamalıydık; gamımızı, kederimizi paylaşacak bir kısım kimseler bulup onlarla el ele tutuşarak yürümeliydik kendimiz olmaya doğru…

Vakit henüz geç sayılmaz; önümüzde dünya kadar fırsatlar var.. Hakk’a adanmış ruhların sayısı ise hiç de az değil. Zannediyorum, geriye sadece aşk u şevkle dizginleri gerip Allah’a dayanmak, O’nun kapısının tokmağına dokunup içimizi dökerek gözyaşlarıyla “Biz geldik.” diyebilmek kalıyor. Şimdi gelin, bunca zamandır ağlanacak hâlimize gülmelerimize bedel biraz da gönül heyecanlarımız ve gözyaşlarımızla kendimizi ifade etmeye çalışalım.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Yağmur Dergisi Temmuz 2002 sayısı için kaleme aldığı makaledir.