Gerçek Zenginlik

Gerçek Zenginlik

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Belki bulunmamız gereken noktaya otağ kuramadık fakat Allah’a sonsuz hamd ü sena olsun ki, zalimlerle aynı safta da yer almadık!..

M. Akif diyor ki: “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile / Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile // Kaç hakiki müslüman gördüm, hep makberdedir / Müslümanlık bilmiyorum amma galiba göklerdedir.” Doğruya çağrı ifadesi.. kendimizi gözden geçirme ifadesi.. kendimiz ile yüzleşme ifadesi… Ölü müyüz, diri miyiz; o şehrâhta mı yürüyoruz, patikalarda düşe-kalka yol almaya mı çalışıyoruz? Bu belli değil, bazı kimseler itibarıyla, bazı coğrafyalar itibarıyla… Bunlara “coğrafya kirlenmesi” diyebilirsiniz. Neş’et edilen zemin kirlenince, o zeminin başakları da öyle kirli oluyor. Bir dâne tohum, bir tane zehir başağı oluyor; zehir başağı oluyor ve milletin başına bela kesiliyor. İşte bunları nazar-ı itibara alarak, koca şair Mehmet Akif, “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile!” diyor.

Mü’min için kendi ile yüzleşme çok önemlidir. İnsan, kendinde kusurları/suçları aramaz ise, zannediyorum, derdine göre bir reçete oluşturamaz. İnsanın kendi derdine olan reçetesi, kendi eliyle yazılan reçetedir; çünkü hastalığın teşhisi, onun tarafından yapılmaktadır/yapılacaktır. Evet, birinin dediği gibi: “Gördüler beni ki halim perişan / Cem oldu Eflatun Aristo Lokman // Nabzıma el vurdu bin bir tabibân / Dediler derman yok buna ne çare!” (Seyyid Nigârî) İnsan, kendi nabzını tutmalı, kendi kalbinin ritimlerine kulak kesilmeli. Her atışında “Hû” diyor mu kalb? Değilse bir bıçak çalıp, köpeklere bir lokma et diye atmalı onu. Bence onu kirletmemeli. Çünkü onun arkasında o “Latife-i Rabbâniye” var; ruhun ilk basamağı… Onunla insan ruh iklimine, ruh âlemine yükselir; ruh âleminden sır âlemine yükselir; sıfât-ı Sübhâniye’nin tecelli alanlarını temaşaya durur; sürekli âdetâ mest u mahmur olur, kendinden geçer.

Yerinde sayan insanlar, yerlerinde sayar dururlar da kendilerini bir şey zannederler. Sizler, çoğunuz itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın ilk lütfu, ilk ihsanı olarak basamak atlamaya muvaffak oldunuz, Allah’ın izniyle. Evvelâ hemen şunu arz edeyim: Zâlimler ile beraber aynı çizgide bulunmadınız. Size, bunu binlerce hamd u senâ ile, Cenab-ı Hakk’a karşı derin bir minnet duygusu halinde ifade etmek düşer: Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki, insanları derdest edip içeriye atan zâlimler ile beraber, aynı safta olmadık!.. Haklı-haksız ayırt etmeden herkese haksızlık yapanlarla beraber olmadık!.. Anneyi evladından ayıran Firavunlar ile beraber olmadık!.. İbn Selûl’ler ile beraber olmadık!.. Allah’a binlerce hamd u senâ olsun!.. Belki olmamız gerekli olan noktada bulunamadık fakat insanı gayyaya götürebilecek noktada da Allah bulundurmadı bizi; O’na binlerce hamd u senâ olsun!.. Allah, zalimlere de hidayet eylesin! Allah, mü’minlere zulmeden münafıkları, ikiyüzlülükten halâs eylesin; tevhîd-i hakikiye i’lâ buyursun!..

İkiyüzlülük kadar çirkin bir şey yoktur dünyada; o, küfürden ve şirkten daha çirkindir. Onun için Kur’an-ı Kerim, onları ifade ederken buyurur ki: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ اْلأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Şu kesindir ki münâfıklar Cehennem’in en alt katındadırlar (dibindedirler). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) Münafıklar, Cehennem’in en derin çukurunda/gayyasındadırlar ve onlara asla bir yardımcı da yoktur/bulamazsınız!..

Nifak, şirkten ve küfürden daha tehlikelidir. Nifak, tehlikelidir ama en tehlikelisi de nifak adına dinî argümanları kullanma nifakıdır: Abdest almadan namaz kılmalar.. namaz kılanlar içinde görünmeler.. İslamî argümanları kullanmalar.. “Kur’ân!” demeler, “Sünnet!” demeler… Sorsanız ki “Bakara Sûre-i celilesi neyden bahsediyor?” Yemin edeceğim, zannediyorum, derler ki “Galiba Bakara’dan bahsediyor.” Deseniz ki “Kehf Sûresi neyden bahsediyor?” Bilemezler, yemin ediyorum bilemezler. Hatta onlara deseniz ki, “Elem tera… (Fîl) Sûre-i celilesi, kaç hakikate parmak basıyor, neler ifade ediyor?” Bilemezler… Çünkü belki bir Kur’an kursunda, bir İmam Hatip’te yarım yamalak bir Arapça öğrenmişlerdir ama işin arka planına nüfuz etmeyi hiç düşünmemişlerdir. “Yetti!” demişler, kendilerine etmişler!.. Bugün size edenler -esasen- işte o “Yetti!” diyenler ve kendilerine edenlerdir.

Biliyor gibi görünenler, bilmiyor olmanın altında cahilce ezilenler!.. Bilemezler, Muavvizeteyn (Felak ve Nâs Sûre-i celîleleri) neyden bahsediyor? Hangi sebeple nâzil olmuştu? Ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) o iki mübarek sûre ile münasebeti nasıl olmuştu? İhlas ve Muavvizeteyn… Nerede, ne münasebetle Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla sıkı bir münasebete geçmişti, onlar ile el açmıştı, Hazreti Rabbü’l-Âlemîn’in dergahına yönelmişti, O’nun rahmet eşiğine baş koymuştu ve halâs dilemişti?!. İnanın, bilemezler bunları… Bilemezler, çünkü meselenin kabuğunu aşamamışlar, özüne ulaşamamışlar. İşin iç yüzünü bilemiyorlar; sadece dünyada bir saltanat uğruna o mübarek argümanları kullanıyorlar.

Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” İşte o dinî argümanları kullananların arkasında يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) beyanıyla anlatılan “İns ve Cin şeytanlar” vardır. Kur’an’ın ayeti bu… Birbirlerine onlar, şeytanca düşünceleri sinyal halinde gönderirler. İçlerindeki şeytanlar da -esasen- sinyal çözen memurlar gibi onları çözerler; insanın kalbine gönderirler, nöronlarına gönderirler ve insan, bir kalb ve nöron kirliliğine maruz kalır. Dolayısıyla, hipnoz yapılmış gibi onların arkasında sürüklenir gider. Bir illüzyonla onların arkasından sürüklenir gider; koyunların onları yemek üzere olan kurdun arkasına takılıp gitmeleri gibi, işlerini kolaylaştırma adına sürüklenir gider.

   “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletlidir.”

Büyüklerin hayat tarzlarına bakılırsa, tâ Hazreti Âdem’den Hazreti Nuh’a, ondan da diğer enbiya ve asfiyâya kadar, bunlar, ellerinin emekleriyle geçimlerini temin etmişler. Bugün bir şey bulmuş, yemişler ise, yarını hiç düşünmemişler. “Günde iki defa yemek yemek israf olur; Allah, bizi yemek yemek için yaratmadı.” demişler. Çünkü “Dünyanın lezzetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır.” Burada “Tatmaya izin var, doymaya yok!” Bu son söylediğim iki cümle, Çağın Sözcüsü’ne ait.

“Dünya nimetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır.” كَمْ حَسَّنَتْ لَذَّةً لِلْمَرْءِ قَاتِلَةً * مِنْ حَيْثُ لَمْ يَدْرِ أَنَّ السَّمَّ فِي الدَّسَمِ “Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri öyle şirin göstermiştir de insan onun yağın içinde zehir sunduğunu bilememiştir.” Bûsîrî, kasidesinde diyor. Nice lezzetleri, o insan için öldürücü bir şey olarak kullanmıştır; zavallı bilmiyor ki balın içinde -esasen- zehir var!.. Dudağına değdirdiğin zaman, sen, o balın lezzetini duyuyorsun ama midene indiği zaman, zehir, hükmünü icrâ ediyor ve seni alıp götürüyor. İşte dünya lezzetleri budur!.. Bu mülahaza ile, bu düşünce ile, bu hayat felsefesi ile hareket etmişler; saltanatlarının zirve yaptığı dönemde de bu incelikten taviz vermemişler.

Hazreti Davud aleyhisselam, zırh yapmak suretiyle rızkını temin ediyor. Çok defa insanlardan uzak duruyor; devleti idare etmenin dışında hep inzivada yaşıyor. Kudsî hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak diyor: “Yâ Davud, neden inzivaya çekildin?” Cenâb-ı Hak ile -bilmiyorum, tabir caiz ise- “başbaşa” olmak, daha doğrusu “maiyyet yaşamak” veya “Hazîratü’l-Kuds ile postnişin olmak” için… Biz de istemiyor muyuz onu?!. اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَعِيَّتَكَ “Allah’ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı diliyoruz.” demiyor muyuz?!. Öyle yüksek bir ufku intihap ediyor, orada yaşıyor. Âdetâ Cenâb-ı Hak, emrin ağırlığı ile onu insanların içine döndürüyor.

Daha evvel de bir soru münasebetiyle -zannediyorum- arz etmiştim: Sormuştunuz; insanlardan uzlet ederek dışarıda halvet yaşamak mı, yoksa insanların içinde bulunarak onların eziyetlerine katlanmak mı? Bence insan, insanların içinde bulunduğu zaman, onlar için yararlı olacaksa, ufuk değişikliğine vesile olabilecekse, onların nazarlarını Güneşe tevcih edebilecekse, gölgelerini arkalarına almalarına vesile olacaksa, insanların içinde durmalı ve onlardan gelecek şeylere katlanmalı. Sizin mesleğiniz… Toplumun içinde durup insanlardan gelen eziyetlere katlanmanın, tecerrüt ve halvetten daha hayırlı olduğunu beyan buyuran hadis-i şerif de sizin mesleğinizin çerçevesini çiziyor. Bu yolda yürüyorsunuz.

   İnsanların Allah’la farklı münasebetleri söz konusudur; zahitler için bir günlük rızkı ayırmak, mütevekkiller için kırk günlük iâşeyi stoklamak, istikamet ehli için de bir yıllık yiyeceği depolamak -sofilerce- hırs ve tama sayılmıştır.

Yine Çağın Sözcüsü’ne sözü verelim; diyor ki: “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.” Çalışıp kazanabilirsiniz, mal-mülk gelebilir. Hazreti Osman, sahabe-i kiram içinde çağın en zenginlerinden idi; Hazreti Abdurrahman İbn Avf, en zenginlerinden idi. Fakat o zenginlik, azıcık kendisini gönüllerde hissettirince, hafizanallah, insanı sürüm sürüm hâle getirir. Onun için Allah Rasûlü, o çok sevdiği, gözü gibi aziz tuttuğu, Aşere-i Mübeşşere’den olan sahabî hakkında, “Ben, ashabımın Cennet’e girdiğini gördüm; Abdurrahman İbn Avf, sürüne sürüne giriyordu.” buyurmuştu. Zenginliğinden dolayı… Bunu duyunca -Canım kurban olsun!..- bütün servetini Allah yolunda infak etmiş; adeta “Onlar beni sürüm sürüm hale getirecekse şayet…” demişti.

Şimdi, çok zengin olabilirsiniz ama kalbî alakanız o mevzuda o kadar azdır ki!.. İnsanlar, teveccüh ettikçe tiksinti duyarsınız; bir yönüyle, o çoğaldıkça tiksinti duyarsınız: “Nasıl yapayım ki ben bunu elden çıkarayım!” dersiniz. Gazzâlî, bu mevzuda meseleyi inceden ince bir üstünlükte, zirvede götürüyor. Bazen diyor ki “Bir insanın bir günlük yiyeceği varsa, ikinci güne tâlip olması, hırstır, tamadır.” İkinci derecedeki insanlar için de ikinci ayın yiyeceğine talip olmayı hırs olarak nitelendiriyor. En dûn, en aşağı mertebe saydığı basamaktaki bazılarına için ise, ikinci senenin rızkını biriktirip stoklamayı hırs olarak görüyor. Fakat bu, kalbî alakaya bağlıdır. Yani, kimileri “Olsun; ne olur ne olmaz?!” derler. Yahu Allah varken, artık “Olmaz!” yok; orada her şey “Olur!”luk çizgisindedir, orada “Ne olur ne olmaz!” diyemezsin.

Hazreti Gazzâlî, meseleyi kendi inceliği açısından böyle götürüyor. Fakat bir insan, hakikaten o mevzuda hırs göstermeden, mal-mülk kendi kendine şakır şakır akıp geliyor ise, aksın gelsin! Sonra bir gün Allah’ın (celle celâluhu) o lütfu hırsızlığa veya gaspa uğrayabilir. Şimdi şakîlerin, Ali Baba eşkıyası misillü gelip milletin malının üzerine konduğu gibi, birileri gelip konabilirler.

Sevgili bir dostumuz… Birinin yanında çalışarak kazanmış; cami yapmış, Kur’an kursu yapmış, bir sürü insana bakmış. Öyle şeyler yapmış ki, bin tane cömert mü’minin yapamadığını yapmış. Fakat gelmiş eşkıya, hepsinin üzerine birden konmuş. Ama bir sofrada akşam yemeği yerken bana, beni teselli adına, tebessüm ederek şöyle dedi: “Ne var Hocam?!. Allah verdi, Allah aldı!.. Allah verdi, Allah aldı!” İşte, mal-mülk onun sinesine gelip oturmamış… O, onlara hâkim olmuş ama onlar ona hâkim olamamışlar! O, onları kul-köle olarak kullanmış; kul-köle olarak onların emrine girmemiş!.. İnsan olarak, Allah’a kul olma sayesinde, hürriyetini korumuş.

Allah’ın bana lütfettiği en önemli nimetlerden, pâyelerden bir tanesi, benim hür olmamdır!.. Hür olmam da yalnız Allah’a kulluktan geçer. Allah’a hakkıyla kul olmayan, bin türlü şeye kul olur. Günümüzde bilmem kimin arkasından sürüklenip giden, illüzyona maruz o zavallılar, bin türlü şeye kul olmuş, şirk içinde yüzüp gidiyorlar. “Allah!” deseler de müşrik, “Peygamber!” deseler de müşrik, “Kur’an!” deseler de müşrik, “Kitap!” deseler de müşrik. Açık söylüyorum; müşrik, şirk koşuyorlar Allah’a. Riya yapana da Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “O, müşrik!” diyor. إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ الشِّرْكُ الْأَصْغَرُ Tenbîhü’l-Gâfilîn’in birinci bahsi olan İhlas bahsinde bu konu işleniyor. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ اَلشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” Buyurmuş; sahabe-i kiramın وَمَا الشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Küçük şirk ne demektir?” sorusuna da اَلرِّيَاءُ “O, riyadır; görünme arzusudur.” cevabını vermiştir. “Şirk-i asgar” nedir? Riya, gösteriş, âlâyiş, iç beğeni, ucub, dışa karşı caka, kibir, gurur, fahirlenme, zırhlı arabalar ile yürüme, halk içinde görünme, bin tane koruma ile bir yerden bir yere gitme… Bütün bunları yapanlar, çalıma kul olmuş bendelerdir; şeytanın güdümünde olmuş bendelerdir bunlar.

Şimdi böyle bir servet, Allah belasıdır ve Allah Rasûlü’nün -esasen- kendisinden Allah’a sığındığı şey de budur. Böyle bir servetten Allah’a sığınmak lazımdır ve Bûsîrî’nin, kasidesinde, “içinde zehir olan bal” dediği şey de budur. İnsan, hakikaten dünyayı kalben terk etmeli ve belki fakir olmalı… Ha kendi kendine gelirse, gelsin. Sonra gelenlerin bazılarını elinin tersiyle iter, “Gidin Allah’ı severseniz; başıma bela olmayın!” falan der. Fakat “Biz kalacağız!” derlerse şayet, onları da birilerine vermek üzere kabul eder. Âişe validemiz gibi… Ne geliyor ise kendisine, hepsini dağıtıyor. Ama mübarek annemiz buyuruyor ki, “Bazen bizim evimizde üç ay geçerdi de su kaynamazdı ve bir şey de pişmezdi!” Soruyor yeğeni Urve, ablasının oğlu soruyor; diyor ki, “Hala, ne ile geçiniyordunuz?” Validemiz, “İki siyah ile.” diyor, Arapça “tağlîb tariki” denir bu meseleye. Hurma ile su cem edilince, “esvedeyn” tabir edilir. Validemiz de “bi’l-esvedeyn” diyor, yani “İki siyahla, su ve hurmayla geçiniyorduk!” diyor.

İşte, bu manada hakikaten kendisini dünyalık talebinden uzak tutma… “Aman!.. Gelecek mal, başıma bela olacak, dünyayı bana sevdirecek ve beni Allah’tan edecek ise şayet, hafizanallah, olmaz olsun o!” Türkçemizde bu tabiri kullanırız böyle bir meseleyi anlatırken: “Olmaz olsun o!” Bir “olmazsa olmaz” var; o, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğudur, o olmazsa olmaz!.. Buna gelince, bu, “Olmaz olsun!” Olmaz olsun bu…

   Bir yandan, fakirlerin Cennet’e zenginlerden evvel gireceği belirtiliyor ve miskinlerle beraber olma talebi dillendiriliyor; diğer taraftan, fakirlik neredeyse küfre denk tutuluyor; meselenin sırrı nerededir?

Onun için, hadis-i şerifte “Ümmetin fakirleri, Cennet’e, zenginlerden beş yüz sene evvel girecekler.” deniyor. Öbürleri demek ki, Mahşer’de bekleyecekler veya A’râf’ta duracaklar. A’râf, Cennet ile Cehennem ortasında bir yer. Kur’an-ı Kerim’de A’râf ile alakalı değişik tefsirler var. Böyle “ortada” insanların durumunu ifade etmek üzere, merhum Cemil Meriç, günümüzün pek çok mü’minine “A’râftakiler” demişti. A’râftakiler; ne tam o cephede, ne de tam bu cephede… يَدْخُلُ فُقَرَاءُ أُمَّتِي الْجَنَّةَ قَبْلَ أَغْنِيَائِهِمْ بِنِصْفِ يَوْمٍ مِنْ خَمْسِ مِائَةٍ عَامٍ “Ümmetimin fakirleri zenginlerden (ahiret ölçüleriyle) yarım gün, beş yüz sene evvel Cennet’e girecektir.” buyuruyor.

Başka bir hadis-i şerifte, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu duası rivayet ediliyor: اللَّهُمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا، وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا، وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ “Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak vefat ettir ve miskinler arasında haşret!..” Miskinlik, fakirlikten de öte bir şeydir; bir yönüyle, kumda sert yerde, bir hasır üzerinde yatma, yorgansız ve döşeksiz olma demektir. Onun için, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu anlatırken, “Mübarek yanları, yumuşak döşek görmemişti.” diye anlatırlar.

Hani Hazreti Ömer vakası meşhurdur: Îlâ hadisesi münasebetiyle, Efendimiz’in, zevcelerinden rahatsız olduğunu duyunca, Hazreti Ebu Bekir de, o da hemen koşarlar. Hazreti Ebu Bekir, kendi kızının, Âişe validemizin, canlar kurban mübarek anamızın yakasından tutar; Hazreti Ömer de kendi kızı Hafsa validemizin yakasından tutar; “Benim Efendim’i nasıl rahatsız edersiniz?” derler. Sonra, Efendimiz’in bulunduğu o daracık hücredeki cumba gibi yere gider; daracık, bu kadarcık bir yerde bulunan Efendimiz’in yanına çıkar. Efendimiz orada uzanmış duruyordur. Kalktığında, mübarek yanında hasırın bıraktığı izleri görür; gözyaşlarını tutamaz, hıçkıra hıçkıra ağlar. “Niye ağlıyorsun ya Ömer?” sorusu karşısında “Kisrâlar, Hüsrevler, Roma İmparatorları şöyle saltanat ve debdebe içinde…” -Bütün Firavunlar aynen; bugünkü manasıyla zırhlı arabalar içinde; onlar da o gün altın işlemeli eyerli atlar üzerinde, onların saltanatı da öyle. Ve yüz tane yaver-maver ile, koruyucu ile hareket ediyorlar.- “Ama Sen, Allah’ın Rasûlü ve Habibisin, Rasûl-i Zîşân’sın!..” Peygamber Efendimiz, hiç tavrını değiştirmeden şu yumuşak sözlerle mukabelede bulunur, hiçbir şey yokmuş gibi: أَمَا تَرْضَى أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا الْآخِرَةُ “Yâ Ömer! İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim olsun?!.”

Evet, اللَّهُمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا “Allah’ım! Beni miskin olarak yaşat!” وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا “Miskin olarak vefat ettir.” Bilmiyorum nasıl bir kefen buldular; O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman nasıl bir kefene sardılar, bilemiyorum. Hani, Hazreti Mus’ab için denen bir şey vardı; sahabî ağlayarak anlatıyor. Uhud’da Efendimiz’in önünde Peygamber kalkanı. Bir dönemde de Peygamber sözcüsü. Bir sene içinde -o gün için- mütemerrid insanlardan, Medinelilerden kadın-erkek, çoluk-çocuk sadece Akabe’ye getirdiği yetmiş küsur insan… Genç, yüzüne bakmaya doyamazsınız, Yusuf-i sânî. Ama dünya zevki namına bir şey bilmiyor. Ömrü hep Rasûlullah’ın önünde -bir yönüyle- annesiyle mücadele ede ede, daha sonra Medine-i Münevvere’de ölümü göğüsleye göğüsleye geçen; başında kılıçlar kavis çizmesine rağmen, umursamadan, dediğini diyen Mus’ab İbn Umeyr. Uhud’da da Efendimiz’in önünde en son kahramanlığını, en son fedakârlığını sergiliyor. Kol yok, kanat yok, kelle kopmuş, bacaklar kopmuş. “Ee bir kefene sarıp da yerine koyalım.” diyorlar; arıyorlar ama bir kefen bulamıyorlar. Diyor ki sahabî: “Ayaklarını kapattığımız zaman, başı açık kalıyordu, başını kapattığımız zaman ayakları açık kalıyordu.”

Böyle yaşamışlardı. Gerçek yaşama adına örnekler sergilemişlerdi. “Gerçek yaşama, bu resim çerçevesinde oluyor!” demişlerdi. Zannediyorum Allah Rasûlü de buna benzer… İşte, belki aradılar, bir kefen buldular… Kurban olayım; biz kendi düşüncemiz itibarıyla, “Zümrütten zebercetten, altından, gümüşten örgülenmiş değişik şeylere Seni sarsaydık! Seni ölümsüzlüğün kucağına öyle atsaydık! Ruhunun ufkuna öyle yürüseydin!..” derdik. Ama zannediyorum O, bunlardan memnun olmazdı; “Hayır, ben halimden memnunum!” derdi; “Beni giydiğim bir elbiseye, sırtımda olan bir gömleğe -şayet- sarıp gömerseniz, o, benim hoşuma gider.” Çünkü öyle buyuruyor: “Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür.” وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ “Miskinler zümresinde haşr u neşr eyle!” Bu, O’nun duası…

Bu, meselenin bir yönü; kalben fakirliği talep etme, dünyayı elinin tersiyle itme, dünya ve mâfîhâya kapalı yaşama… “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!” Efendim, ârif odur; zahidin üstünde. Ama isterseniz, şöyle de diyebilirsiniz: “Dünya ve mâfîhâyı bilen “âşık” değil / Âşık oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir.” Sahib-i iştiyak; bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir… Öyle yaşamış ve ruhunun ufkuna üveyik gibi öyle kanatlanmış, öyle yükselmişti. Cenâb-ı Hak bizi, O’na bağışlasın, o ruh ile serfirâz kılsın!..

Bu, kalben itilecek şeyleri itmenin ifadesi ama bir de meselenin diğer yanı var: Bazı kimseler için, كَادَ الْفَقْرُ أَنْ يَكُونَ كُفْرًا “Fakirlik, neredeyse küfür olacaktı.” Hemen hemen… Dilden anlayanlar bilirler; “Kâde” (كَادَ) “ef’âl-i mukârebe” arasındadır. Ona “neredeyse” manasını verebilirsiniz, “hemen hemen” diyebilirsiniz. “Fakirlik, neredeyse, hemen hemen küfür olacak bir şey.”

Hafizanallah, bir yönüyle, Cenâb-ı Hakk’ın verdiğiyle kanaat etmezse bir insan.. bir öğün bile olsa, onu Allah’ın bir nimeti olarak görmezse şayet.. iki günde bir yemek bile olsa, onu Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak görmezse… Hafizanallah, böyle kanaatkâr olmayan bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini görmeyen bir insan, hafizanallah, farkına varmadan küfrün mâil-i inhidam olan kenarında bulunuyor demektir; neredeyse, hemen hemen o çukura yuvarlanacak demektir o.

Bakın, iki mesele birbirinden çok farklı. Birisi, öbür şeylere kanaat edip o mevzuda, onun dışındaki her şeyi elinin tersi ile itme. Beriki, bir yönüyle aç gözlülük yapma, verilen şeylere kanaat etmeme, “Hel min mezîd – Daha yok mu?!.” deme… Öbürü marifet, muhabbet, zevk-i ruhânî adına “Hel min mezîd! – Daha yok mu?!.” diyor, “Daha yok mu?”; marifet adına, aşk u iştiyâk-ı likâullah adına “Daha yok mu?!” diyor. Beriki de -zannediyorum- Kârûn gibi…

Bunu da yine Söz Sultanı ifade buyuruyor, diyor ki: “İnsanoğluna iki dağ altın-gümüş verilse, bir üçüncü dağı ister.” Hafizanallah, böyle, Cenâb-ı Hakk’ın verdiğiyle kanaat etmeyip “Hel min mezîd!” diyen.. bunlara eriştiği halde, bir tanesini yeterli bulmayan.. öbürünü yeterli bulmayan.. onu da yeterli bulmayan.. hatta bunlardan bir tanesi elinden gidince -Neûzu billah- belki de Cenâb-ı Hakk’a karşı küfre girecek şekilde nankör tipler vardır. İşte bunlar için Allah Rasûlü, كَادَ الْفَقْرُ أَنْ يَكُونَ كُفْرًا buyuruyor.

   Dünyada îsâr ruhuyla yaşayanlar, Cennet’e girerken bile o istikamette davranırlar; bunun en güzel misali, ihlaslı âlimler ile cömert zenginlerin Cennet’in kapısında bile birbirlerini öne geçirme gayretleri olacaktır.

Böyle, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek… Geldiğinde, alıp bir yerde stok yaparken bile niyet edip birilerine vermek, açları doyurmak, fakirlerin imdadına koşmak, Hazreti Osman-vâri, Abdurrahman İbn Avf-vâri, Hazreti Ebu Bekir-vâri…

Zengin bir aileye mensup idi Hazreti Ebu Bekir; fakat zannediyorum halife olduğu zaman esasen Sunh’ta kalıyordu. Medine’nin içinde oturacağı bir eve verecek kirası yoktu; onun için evi beş kilometre mesafedeydi, Medine’ye beş kilometre mesafede. Halife seçildiği zaman, hâlâ Sunh’ta koyunları sağarak geçimini sağlıyordu. Birinin koyunlarını sağarak geçiniyor, Halife… “Ben, milletin malını alamam!” diyor. Oysaki -zannediyorum- kendisine gelen şeyleri kabul etseydi, onun da bir eli balda, bir eli kaymakta olurdu. Fakat daha ötede bir şeyi var esasen…

Ruhunun ufkuna yürürken diyor ki: “Evimde bir testi var benim; bu testiyi benden sonra halife kim olur ise, ona götürün!” Ee halife, Hazreti Ömer efendimiz seçiliyor, intihap ediliyor. Kendisine testi götürülünce, onu kırıyor; içinden bir mektup çıkıyor: “Bana halkın orta seviyesi veya dûn seviyesinde bir maaş takdir etmiştiniz. Fakat birazı bana fazla geliyordu; ben araştırdım, baktım ki, bana halkın üstünde, sıradan insanın üstünde bir maaş takdir etmişsiniz. Onun için ben o fazlalığı bu testinin içine bıraktım. Onlar, hazinenin hakkıdır; benden sonraki halifeye teslim edin!”

Hazreti Ali’yi de öyle görürsünüz. “El-Adâletü’l-ictimayyetü fi’l-İslam” (İslam’da Sosyal Adalet) kitabında deniyor ki: Bazen yaz gününde kışlık elbise, kış gününde de yazlık elbise; ne bulursa onu giyiyor. Ama Türkiye kadar otuz coğrafyada hâkim bir devletin başındaki insan… “Yâ Emire’l-mü’minîn!” diyorlar… Gerçek Emîrü’l-mü’minîn… “Yâ Emire’l-mü’minîn, yaz gününde bu kışlık elbise?!.” “Ee nereden bulayım ben parayı da yazlık elbise alayım onunla!..” Bazen de kış gününde yazlık elbise, onu bulmuş; “Yahu bir kışlık elbise yok muydu, sen bu yazlık elbiseyle kış günü…” denince, “Ee nereden bulayım ben o parayı ki, kışlık elbise alayım?!” diyor. El-Adâletü’l-ictimayyetü fi’l-İslam (İslam’da Sosyal Adalet)…

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Cennet’in kapısının önüne gelince, malını-mülkünü, servetini infak eden zenginler…” Sizin bazı kardeşleriniz gibi… Şimdi onların malına-mülküne eşkıya el koydu. Okullar yapıyor, üniversiteler yapıyor, yurtlar yapıyor, “Fakir talebeler burada kalsın, barınsın, okusun; inanmış insanın eliti yetişsin!” falan diyorlardı. Evet, onlar zenginliklerini öyle değerlendiriyorlar. Diğerleri de o mevzuda hakikaten onların istediği, arzu ettiği kıvamda insanlar olarak yetişiyor; duyguları-düşünceleri, iman enginlikleri ile başkalarını da o çizgiye çekiyorlar, daha doğrusu Peygamber güzergâhına davet ediyorlar. Ve Cennet’in kapısında o zenginler ile yetişmelerine vesile oldukları âlimler karşı karşıya geliyorlar.

Ağniyâ (zenginler), ulemaya diyorlar ki: “Siz, âlimlersiniz, önce siz buyurun içeriye!” Âlimler de diyorlar ki, “Hayır, siz okullar yaptınız, yurtlar yaptınız, pansiyonlar yaptınız, bizi yetiştirdiniz; bu hak, sizindir; esasen sizin önce girmeniz lazım buraya!” Bu, îsâr ruhunu ifade ediyor orada… Herkes orada neyi hak etmiş ise, bir yönüyle o, ona karşı kullanılıyor. Onlar, “Siz ilim sayesinde bizi bu işe yönlendirdiniz; onun için biz, onu yaptık!” diyorlar. Diğerleri de diyorlar ki, “Bizim âlim olmamız mevzuunda siz bize destek oldunuz, imkânlar hazırladınız, biz de öyle okuduk, öyle elit sınıf olarak yetiştik!” Orada öyle bir îsâr ruhuyla, onlar onlara, onlar da onlara… En son ağniyâ, ulemâyı ikna ediyor; “Siz madem peygamberlerin vârislerisiniz, buyurun önce siz içeriye girin!” falan diyorlar. Şimdi o, öyle önemli bir yerdir ki, dünyada Pennsylvania’ya girmek, Sydney’e gitmek, New York’a gitmek, New Jersey’e gitmek, bilmem Everest Tepesi’nin başına çıkmak… Öyle değil!.. Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika hayatına mukabil gelmeyen Cennet’e girme mevzuunda bir îsâr ruhu, başkalarını kendine tercih etme ruhu orada sergileniyor.

   Zenginlik-fakirlik karşısındaki konum açısından, Rasûl-i Ekrem’in yolunda olduğumuzu, Ashâb-ı Kirâm’ın peşinde yürüdüğümüzü ve bize lütfedilen nimetlerin hesabını vermeye hazır bulunduğumuzu söyleyebilir miyiz?!.

Bu konuda bir de menkıbe… Menkıbelerde asla bakılmaz, fasla bakılır ama gerçekten öyle de olmuş olabilir. Harun Reşid, Abbasî halifelerinden. Yanında ulemadan Fazl’ı gezdirir; Fazl, Medine-i Münevvere’de Fudayl İbn Iyaz ile onu buluşturur. Fudayl İbn Iyaz (rahmetullahi aleyhi) hazretleri, Harun Reşid’e nasihat eder; Harun Reşid’i hıçkıra hıçkıra ağlatacak nasihatlerde bulunur: “Allah, sana bu imkânı verdi; bu serveti öyle kullanasın diye mi verdi? Sen, bir fakir gibi yaşamalıydın, esas milletini gözetmeliydin; İslam’ın dört bir yana yayılması, Ruh-u Revân-i Muhammedî’nin şehbal açması için ölesiye gayret sarf etmeliydin!..” Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ama kendisi “Yahu yeter!” demiyor. Orada Fazl, “Yeter!” diyor, “Padişahı çok ağlattın, yeter!” diyor. Harun Reşid, bu işte. Böyleleri, yanlarında çok defa kusurlarını yüzlerine vuracak -Hâşâ Behlûl Dâne’ye palyaço demek doğru değil!- palyaço gibi insanlar bulundururlarmış; eskiden de öyle imiş, menkıbeler öyle diyor. Bunlar böyle birkaç takla atarlar, büyüklerin huzurunda, bir komiklik yaparlar, bir mizah yaparlar, sonra da onun bir kusuru yüzlerine vururlarmış.

Harun Reşid, işte onca saltanatın hâkimi; o gün Bağdat, İslam payitahtı; o, halife orada. O kocaman Bağdat, merkez; memleketin bir ucu Medine-i Münevvere’ye, Şam’a dayanıyor, bir ucu Mısır’a, Afrika içlerine dayanıyor, Anadolu’ya dayanıyor; o kadar servet ve zenginlik var. Behlûl Dâne, Harun Reşid’e “Sen bir fırını kızdır; oraya gidelim, ben sana göstereyim; nasıl…” diyor. Fırın kızdırılıyor. Artık fırının binası mı, yoksa içi mi kızdırılıyor; ateş söndürüldükten sonra mı diyor? “Sen, şuraya gir; Cenâb-ı Hakk’ın sana lütfettiği/verdiği şeylerin hesabını ver!” diyor. Oraya giriyor. İşte “Bağdat, -varsa- Basra, bilmem neresi, Belh…” falan demeden kendini dışarıya atıyor, ter-kan içinde.. Hesabını veremiyor… Bu defa Harun Reşid, ona “Ee pekâlâ sen gir, hesabını ver orada!” diyor. O da ateşli fırının içine giriyor; orada “Peynir-ekmek, don-gömlek!” diyor dışarıya çıkıyor. Peynir-ekmek, don-gömlek!.. Evet, onun o yanı; öbürünün de o yanı… Meşrû dairede olsa bile… Menkıbelerin aslına değil, faslına bakılır; bize ifade ettiği şeyler açısından değerlendirmek iktiza eder.

Cenâb-ı Hak, (fakirlik-zenginlik karşısındaki) konumumuzu onların (sahabe ve selef-i sâlihînin) konumu gibi eylesin inşâallahu teâlâ!.. Ben, olamadım; size onu tavsiye etmeye de hakkım yok!.. Gerçi dünyada bir dikili taşım olmadı, dünya zevki namına da bir şey bilmedim. İmamlık yaptığım dönemde… -Belki bunu söylemek doğru değil.- İmamlık yaptığım dönemde bile Üç Şerefeli Cami’nin penceresinde kaldım. O dönemde, zannediyorum, üç gün müydü, dört gün müydü, ekmek bile bulamadığımdan dolayı, bayram günü kürsüye çıktığımda, bir kaşık bal almıştım, bayılma geçirdim; meğer aç karnına bal bulantı yaparmış, kürsüde sürekli içim bulandı. Çünkü aldığım maaş belli idi; onunla Büyük Doğu alıyordum, Hür Adam alıyordum; dağıtıyordum onları. Beş tane geliyor ise, “On beş tane gelsin, onunu ben alayım.” diyordum; “Onunu ben alayım!” O gün böyle hizmet ediliyordu, “Onunu ben alayım.” diyordum. Öyle… Ama yine de…

Dikili taşın olmayabilir.. pencerede yatıp-kalkabilirsin.. bir tahta kulübe içinde, döşeksiz altı sene geçirebilirsin.. Fakat bunlar, Efendimiz’in hayatı, Ebu Bekir’in hayatı, Ömer’in hayatı gibi değil!.. Ben, nankörlük yaptım, onların yolunda yürüyemedim, hırz-ı cân edemedim!.. Herkes de kendi durumunu ona göre mukayese etsin!..