Bamteli: DİKENLİĞE DÜŞEN GÜLLER VE İNLEYEN BÜLBÜLLER

Bamteli: DİKENLİĞE DÜŞEN GÜLLER VE İNLEYEN BÜLBÜLLER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde,

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde;

Vefâ yok.. ahde hürmet hiç.. emanet lafz-ı bî medlûl;

Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.

………..

Beyinler ürperir yâ Rab ne korkunç inkılâp olmuş,

Ne din kalmış ne iman, din harap iman türap olmuş!..” (M. Akif Ersoy)

   Dinî söylemlerle ve diyanet kisvesi altında toplumu korkunç bir ahlaksızlığa sürüklediler.

Ne çirkin bir değişim!.. Din, harap; iman, serap olmuş!.. Din, dünyevîlik için âdeta basit bir malzeme/materyal olarak kullanılıyor. Kendi pisliklerini süpürme adına dinin kıstasları/kriterleri süpürge gibi kullanılıyor ve sonra da o, süpürgeliğe konuluyor. Hafizanallah!.. Bu, bir yönüyle gavurun yaptığı şeylerden daha tehlikeli, daha tahripkâr, insanları daha süratle Allah’tan koparan, Peygamber’den koparan bir şey!.. İsterse “Allah” ve “Peygamber” demeyi ağızlarından hiç düşürmesinler!..

Evet, her gün böylelerinin -belki- birkaç yüz tane yalanlarına, tezvirlerine, iftiralarına şâhit olduğumuz meş’ûm, mel’ûn bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde duygu-düşünce açısından istikameti korumak, inhiraf etmemek, doğru yürümek çok önemli; iki sevap değil, belki on sevap kazandırır insana. Hayatı öyle sâdıkâne, müstakîmâne, âşıkâne, müştakâne yaşama, bu türlü dönemlerde hedef olsa, hedef haline getirilse bile, onları tam realize etmek oldukça zordur. Çünkü çevrede fokur fokur yalan kaynıyor, iftira kaynıyor, tezvîr kaynıyor… Her gün televizyon ekranlarından, o çirkin levsiyât, odalarımızın içine, yatak odalarımıza akıyor. Gazete sayfalarından, evvelâ dimağlarımıza çarpıyor, sonra ruhlarımızı zedeliyor; sonra bir yönüyle vesayetimiz altında bizim terbiyemizle kendilerini bulma durumunda olan nesillerin dimağlarını tahribe yöneliyor. Onlar da bize benziyor; biz de onlara benziyoruz, farkına varmadan, hafizanallah.

Bu açıdan din argümanları kullanılarak dünyayı imar etmek veya şahsî dünyayı imar etmek, dünya debdebesini, saltanatını, şatafatını, ihtişamını, hezâfirini elde etme ceht ve gayreti içinde bulunmak, kâfirin doğrudan doğruya küfür bayrağıyla, küfür livâsıyla, küfür şehbaliyle, küfür mızrağıyla üzerinize gelmesinden, sizin için daha zararlı olmuştur. Çünkü en kıymetli şeylerinizi tahrip etmiştir. Yirminci asır, böyle bir yalanın, böyle bir tezvirin çağı; o yalan ve tezvirin arkasında da o ölçüde enâniyetli insanların, bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin, saltanatı, sarayı, villayı, filoyu اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ (ihlas, Allah rızası, hâlis aşk ve iştiyakın) yerine koyanların gayet mebzûl yaşadığı bir dönem olmuştur. Ahlâk-ı âliye-i İslamiye.. güzel huylar.. insanların birbirine saygısı.. haram-helal münasebeti.. çalmama-çırpmama mevzuu.. yalan söylememe mevzuu.. iftira etmeme mevzuu.. vatandaşlarını bir kardeş gibi kucaklama mevzuu… Bütün bu değerler tahribe uğramıştır.

Dünyada anketler yapılıyor. Bu gün akademisyen bir arkadaşımız söyledi; Avrupa’da öyle bir anket yapılmış. Türkiye kaçıncı dereceye düşmüş biliyor musunuz? Yüz beşinci dereceye!.. Bu, en sonda, sıfır demektir. Ahlâk-ı âliyenin tahrip edilmesi, yalanın revaç bulması, iftiranın ahvâl-i âdiyeden bir hal alması, zulmün gözlerin içine baka baka irtikâp edilmesi, mazlumların/mağdurların âh u efgânının duyulması ve zâlimlerin, gaddârların, hattârların hay-huyuyla ülkenin inlemesi açısından, anket yapıyorlar!.. Bir dönemde insanlığın kaderinde hâkim, muvazene unsuru, insanlığa yön veren bir millet!.. Sadece kendi ülkesindekilerine değil, dairesi içinde bulunan iki yüz elli bin kilometrelik bir alan içinde herkese belli nispette bir şeyler veren, herkesi gözünün içine baktıran bir millet!.. Şimdi bu milletin evladı gibi görünen insanlar, bugünkü ahlakları, karakterleri, genel tavırları açısından -ağızları “Allah!” dese bile- yüz beşinci derecede!.. Ahlak açısından.. insanî değerler açısından.. insanlara muamele açısından.. hakka-hakikate saygı açısından.. re’fet, şefkat, merhamet, mürüvvet, muhabbet açısından yüz beşinci dereceye düşmüş!.. Kast sisteminde o kadar aşağıya doğru basamak yok! Belki o kadar aşağıya indiğiniz zaman, Darwin mülahazasıyla bir kısım mahlûkatla karşılaşırsınız! Ahlak açısından, genel tavır açısından bir milleti hangi sefalete, hangi derekeye, “derk-i esfel”e (Bkz. Nisâ Sûresi, 4/145) sürüklediklerine bakın, günümüzün İslam dünyasını ona göre değerlendirin.. ve bunların en önüne de Kapadokya’yı koyun!..

Evet, M. Akif’in sözüyle demiştik:

“Yalan râiç, hıyanet, mültezem her yerde, hak meçhul.

Ne tüyler (beyinler) ürperir yâ Râb, ne korkunç inkılap olmuş.”

İnkılap da denmez ona, ne korkunç ihtilâl olmuş.

“Hayâ sıyrılmış gitmiş, öyle yüzsüzlük her yerde”

Ne çirkin yüzleri örtermiş meğer Müslümanım dedikleri o perde!..

“Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!..”

Cenâb-ı Hak, tevfikât-ı sübhâniyesiyle yeniden bizi çizgimizi bulmaya muvaffak eylesin!

Bu, ciddî iz sürmeye bağlı; ışığa bir kere daha yeniden yönelmeye bağlı!..

Yönelip yürüdüğünüz o “ışık yolu”nda katiyen dönüp gölgenize takılmamak üzere hep yüzünüz Güneşe müteveccih yürümeye Allah muvaffak eylesin!..

   Kadını erkeği, yaşlısı genciyle bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı hürriyetlerine kavuştur Allah’ım!..

Ziya Paşa der ki:

“Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safâda,

Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belâda.”

Ârifler, Hakk’a adanmış gönüller, ihyâ hareketi ile Allah’a karşı misyonlarını edâ etmeye teşne ruhlar, sürüm sürüm mihnet-i kahr u belâda.. sürüm sürüm zindanda veya sürgünde!.. Fakat اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ “Hak, bugün olmazsa yarın, mutlaka galebe çalar, üste çıkar.” O, her şeyde kaymak gibidir; sütte kaymak, yoğurtta kaymak, kaymağı olan her şeyde kaymak gibidir. Her zaman üste çıkar ve hiçbir şey onun üstüne çıkamaz. Bu hususun tahlilini Lemaât’ta yapıyor Hazreti Pîr-i Mugân. Hak neden üstündür ve mağlup olmaz? Meselenin nedenini oraya bakın görün!..

O zindandaki ve sürgündeki insanlara, onların yakınlarına, belki günde yirmi defa, otuz defa, hem de bazen Cevşen’den bazı fıkraları şefaatçi yaparak dua ediyorum. Mesela bazen şöyle diyorum:

يَا فَارِجَ الْهَمِّ، يَا كَاشِفَ الْغَمِّ، يَا غَافِرَ الذَّنْبِ، يَا قَابِلَ التَّوْبِ، يَا خَالِقَ الْخَلْقِ، يَا صَادِقَ الْوَعْدِ، يَا رَازِقَ الطِّفْلِ، يَا مُوفِيَ الْعَهْدِ، يَا عَالِمَ السِّرِّ، يَا فَالِقَ الْحَبِّ؛ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، إِخْوَانَنَا الْمَسْجُونِينَ، وَالْمَوْقُوفِينَ، وَالْمَحْرُومِينَ، وَالْمُضْطَرِّينَ، وَالْمُتَّهَمِينَ بِـ”فَتُو تَرُورْ أُورْكُتُو”، اَلْمُتَّهَمِينَ، وَالْمُضْطَرِّينَ اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، رَغْمًا عَلَى أَعْدَائِنَا، عَلَى أَعْدَائِنَا الْكَاذِبِينَ، وَالْمُفْتَرِينَ، وَالْفَاسِقِينَ، وَالْمُسْتَعْمِلِينَ الْمُقَدَّسَاتِ اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا

“Ey dilediğinde hüznü tasayı kaldıran… Ey gamı kederi gideren… Ey günahı affeden… Ey tevbeyi kabul buyuran… Ey varlığın yaratıcısı… Ey vaadinde hep sâdık olan… Ey aciz yavrulara harika rızık gönderen… Ey verdiği sözü mutlaka yerine getiren… Ey her gizliyi bilen… Ey tohumu yarıp sümbüllendiren!.. Kadını erkeği, yaşlısı genciyle bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı hürriyetlerine kavuştur. Tutuklanıp zindana atılan, gözaltına alınıp sorgulanan, en temel haklarından mahrum kılınan, çaresizlik içinde bırakılan, “F… Terör Örgütü” iftirasıyla yaftalanan, yaftalanıp adeta kolu kanadı kırılan masumları bir an evvel hürriyetlerine kavuştur. Düşmanlarımıza rağmen.. tabiatları yalana kilitli husumet ehline rağmen.. dinin sınırlarını aşıp günah bataklığına yuvarlanmış iftiracı fâsıklara rağmen.. şahsî hedefleri, dünyevî gayeleri için mukaddes değerleri bile suiistimal eden şerirlere rağmen… Onları hürriyetlerine kavuştur Allahım!..” Bir anda hepsini birden salıver!..

Bazen de şunu ilave ediyorum: بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Öyle ki bizim bildiğimiz kıstaslara göre göz görmemiş şekilde, kulak işitmemiş şekilde, kalbe de gelmeyecek şekilde, sürpriz türü; karşı tarafı da şaşırtacak şekilde, bir gün o arka arkasına sürgülerin sürüldüğü kapıların açılmasını lütfeyle ve onları salıver!..”

   Mazlum ve mağdur kardeşleri için dudakları sürekli dua ile kıpırdamayan insanlara içten içe gönül koyuyorum!..

(O mazlum ve mağdurlara bu şekilde dua) vird-i zebânımız olmalı!.. Bir kere bu, din açısından bir mükellefiyettir. Zira مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdini paylaşmayan, ona ortak olmayan, onun ızdırabını kendi ruhunda duymayan, onlardan değildir!” Yani, “Müslüman değildir!” demek gibi bir şey. Mefhum-u muhalifi ise, مَنْ اِهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَهُوَ مِنْهُمْ Müslümanların derdini onlarla paylaşan.. zindandaki, hapishanedeki, tecritteki, hücredeki insanın ızdırabını paylaşan.. yalnız kalmış eşinin ızdırabını paylaşan.. “Babam nerede!” veya “Annem nerede?!” diye ağlayan çocuğun ızdırabını paylaşan insanlar; işte onlar da hâlis mü’minlerdir. Diğerlerinin, o mevzuda iddiaları ne kadar bâlâ-pervâzâne olursa olsun, o meseleden zerre kadar nasipleri yoktur; nasipsizdirler onlar.

Bu açıdan, birinci derecede, duadan dûr olmamak lazım. قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا “De ki: Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki! (Ama ey inkârcılar!) Siz O’nun mesajını yalanladınız ve bunun günahı yakanızı bırakmayacaktır.” (Furkân, 25/77) Evet, duanız olmazsa, ne yazarsınız ki?!. Hazreti Pîr’in verdiği mana ile “Ne öneminiz olur, ne ehemmiyetiniz olur ki?!.”

Dua, mü’minin Allah’a sebepler üstü teveccühünün unvanıdır. Mele-i a’lânın sakinlerince, elden ele, âdeta bir ıtır kutusu gibi veya bir gül gibi dolaştırılan bir şey varsa, o da Cenâb-ı Hakk’a sebepler üstü teveccüh olan duadır. Mele-i a’lânın sakinleri de onu bekliyor: “Dua edin!..”

O açıdan, o “mağdûrîn”e, “mehcûrîn”e, “mevkûfîn”e, “muzdarrîn”e dua etmeliyiz!.. Hatta dövüle dövüle öldürülenlere, katledilenlere, çocukları yetim bırakılanlara dua etmek suretiyle vefamızı ortaya koymalıyız!.. Dünyayı kaybetmişler, öbür tarafı kazansınlar. Dünyada olan insanlar da bir gün gerçek manada hürriyetlerine kavuşsunlar!.. Vakıa hani “usûl-i hamse” var; ona, Usûliddin ulemâsı, “hürriyet”i de ilave ediyorlar. Hürriyet mahrumu insanların hürriyete kavuşmalarını sağlama adına dua!.. “Ben aç-susuz (ekmeksiz) yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam!” diyor, Çağın devâsâ kâmeti. Bu açıdan da bazı Usûliddin uleması, hürriyeti usul-i hamsenin yanında zikretmek suretiyle, “usûl-i hamse”yi “usûl-i sitte” yapmışlardır; “altı terkedilmez temel, esas”. İnsanın müdafaa adına dimdik durması gerekli olan, olmazsa olmaz kabul ettiği esaslardandır hürriyet. İşte o mazlumların hürriyete kavuşmaları için yürekten dua etmeliyiz.

İnşaallah, onu yapmak lazım. Ben, elimde olmayarak, bu mevzuda dudakları dua ile kıpırdamayan insanlara içten içe gönül koyuyorum: Kardeşlerinden ne kadar kopuk insanlar onlar!.. Mü’min kardeşlerinden, kendini hizmete adamış insanlardan kopan bir kimse, Allah’tan da kopmuş demektir; Hazreti Rasûl-i zîşândan da kopmuş demektir. Ve -sevimsiz bir tabir, argoca bir ifade- öylelerine dense dense -mele-i a’lânın sakinleri de o tabiri kullanır mı, bilemiyorum- “kopuk insan” denir.

Evet, kalben, hissen, ruhen, fikren onlarla beraber yaşama!.. Yatağa girdiğimiz zaman, “Onları anmadan, yâd etmeden, Allah’ım, uyutma beni!.. Gözlerimi kapatma benim!..” mülahazasıyla, kalbimizin onlar için çarpması; his ve heyecanlarımızın onlar için köpürüp durması. Bu, birinci mesele.

   Yurtdışında “himmet toplulukları” oluşturmak suretiyle, hem mağdurlara hem de onların ailelerine mutlaka el uzatmak lazım!..

İkinci mesele, ne yapıp yapıp o mazlum ve mağdurların maddî manevî yardımlarına koşmak. Hatta, mesela, bir yerde evimiz-barkımız varsa, onu satıp o insanlara el uzatmak!.. Geçen de “himmet” adına dedim. Türkiye’de de olabilir fakat siz, Türkiye’de bugün, evinizi barkınızı, onlara yardım etmek için satmaya kalkarsanız, ona da el koyarlar. Çünkü haram-helal duygusu birbirine karışmış. Hak yok, adalet yok, istikamet yok, haram-helal bilgisi yok!.. Oysaki İslam, “muamele” açısından haram ve helalden ibarettir. “İslam, muâmeleden ibarettir.” Muamelâtında haramı irtikâp eden bir insan, helali helal bilmeyen bir insan, haramı haram bilmeyen bir insan, Müslümanlığında da o kadar yaya, zavallıdır; asfaltta yürüyorum zannediyor ama patikalarda tekliyor duruyordur. Zavallı…

Evet, bu açıdan da orada (Türkiye’de) ev satmaya, bağ satmaya kalksanız, arazi satmaya kalksanız, gelir onu da gasp ederler. Çünkü artık o mübarek ülke, Ali Baba’nın Kırk Haramîlerinin ülkesi haline gelmiş. Müslümanlığın sadece adı var. Ve onu, bir yönüyle, dillendiren insanlar da sadece onların hissiyatlarına -menfûr, mağdûb, merdûd, makhûr hissiyatlarına- tercüman olmak suretiyle, mel’ûn insanlara şirin görünme gayreti içindeler, onların arkasında koşuyorlar.

O açıdan da, dua etmenin yanı sıra, dışta “himmet toplulukları” oluşturmak suretiyle, hem mağdurlara hem de onların ailelerine -bir çeşit yolunu bulup- o yardımların ulaşmasını sağlamak lazım. Ailelerine ulaştırır iseniz, onların gönüllerinde de ferah meltemleri esmesi için… Evet, gösteriş, alâyiş, nümâyiş, riya, süm’a, ucub için değil; fakat onları memnun etmek için.. yalnız bırakmadığınızı göstermek için.. ve mağduriyet/mazlumiyet ahvalinde size de dua etmeleri için…

Süfyân İbn Uyeyne’nin sözünü hatırlayın: “Bazen, bir muzdarrın duası ile Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!” O insanlar, kendilerine ulaşan öyle bir yardım karşısında el açar derlerse, “Allah’ım, bizlere yardım edenlere yardım et!”, Allah (celle celâluhu), aysbergler gibi buzları eritir; açılmaz gibi görünen kapıların arkasından sürgüleri Yed-i Kudret’iyle itiverir ve çözülmez zannettiğiniz o şeyler, Allah’ın izni ve inâyetiyle birden bire çözülüverir.

Evet, dünyanın değişik yerlerinde “himmet toplulukları” oluşturmalı; Türkiye’deki mazlumlarla beraber cebrî muhacirlere yardım etme adına ciddi gayret ortaya konmalı!.. Gerçi, bunu da duyarlarsa, kafaları o istikamette de karıştırırlar; fakat duysunlar, zaten millet yapıyor bunu. Dün, bir arkadaş, bana telefonla söyledi bu meseleyi: “Üç yüz aile ile, Muhacir-Ensâr kardeşliği tesis ettik!” Türkiye’de üç aile ile bunu yapamazsınız; bu, terör örgütü olmak için yeterli bir suç sayılır. Kafalar, o kadar dönmüş; gönüller, o kadar haydutlaşmış ki!.. Birine yapacağınız bir yardım, suç sayılıyor. Nitekim burs verme mevzuu, okul yapma mevzuu, üniversiteye hazırlık kursu açma mevzuu âdeta bir şekâvet işi gibi algılanmış ve bütün bu hareketlerin hepsine “terör hareketi” adı konmuş. Her şeye rağmen, ikinci mesele, himmet etme; bu mevzuda, onların yanında bulunma. Ve bunu yapıyorlar; Muhacir-Ensâr kardeşliği yapmışlar.

   Varsın birileri Ebu Cehil, Utbe, Şeybe şeytanlığı irtikâp etsinler; siz dünya çapında Muhacir ve Ensar kardeşliği örgülemeye bakın!..

Hatta şu Hıristiyan dünyada!.. Hiçbir şeyden haberi olmadığı halde işinden atılan insanlar var. Ne “Aralık”tan haberi var, onu duymuş… “Aralık”ı soruyorlar: “Aralık’ta ne olmuştu ki?!.” diyor. “Aralık’tan sonra Ocak gelmişti, Ocak da yılbaşı demekti!” desen, “Hâ, bak ben bunu bilmiyordum!..” diyecek neredeyse. “Temmuz”; Temmuz’u duymamış yani adam; “Temmuz’da ne olmuştu ki?” diyor. Fakat orada şeytanî bir mülahaza ile, şeytanî bir fişleme ile, şeytanî bir hıyanet ile -kimsenin bir şeyden haberi yok- “Sen, artık azledildin!” diyorlar. Yüzlerce insan; birden bire kendini boşlukta hissediyor. O, boşlukta hissediyor; Müslüman görünen o insanlar, onu o duruma düşürüyorlar; fakat beri tarafta, “Hazreti Mesih!” diyen, “Hazreti Musa!” diyen, “Hazreti İbrahim!” diyen insanlar, diyorlar ki: “Arkadaş! Seni mahrum ettiler. Falan yerde benim bir yazlık evim var, orada oturabilirsin, kira vermeden. Biliyorum, gelirin de yok senin; Allah’ın izniyle, ben sana o mevzuda da yetecek kadar bir şey temin etmeye çalışırım!” Bunların sayısı da hiç az değil.

Mesele yeni duyuluyor; mazlumiyet ve mağduriyet, kendine ait çizgileriyle yeni duyuluyor, yeni hissediliyor. Fakat duyan ve hissedenler, farklı dinde, farklı kültür ortamında neş’et etmiş olmalarına rağmen, zalimin zulmü karşısında, fâsıkın fıskı karşısında, müfsidin ifsadı karşısında, o mazlum ve mağdur insanlara sahip çıkıyorlar. Hatta biri diyor ki: “İnsanlar ailelerini gönderdiler, bana verdikleri evin temizliğini onlar yaptılar. Çok hicap duydum. Üst seviyede insanların eşleri idi; bana verdikleri evin temizliğini yaptılar, hicap duydum. ‘O da ne demek!’ dediler, ‘Siz, bizim misafirimizsiniz!’ dediler.”

Onlar Muhacir ve Ensar kardeşliği yaptılar; birileri de orada Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, Velid İbn Muğîre şeytanlığı irtikâp ediyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde -zannediyorum- bu Muhacir ve Ensâr kardeşliği de sürüp gidecek. Şimdi o arkadaşın, dün dediği ülkede de o işi gerçekleştirmişler. Adını söylemiyorum, çünkü nerede işler rayında giderse, orada işi rayından çıkarmak için -trenin tekerlerinin önüne kaysın diye bir şey koymak gibi- mutlaka yirmi defa telefon ediyorlar. Yirmi defa “bukeyn” (bakancık) gönderiyorlar oraya. Allah cezalarını versin!.. Gönderiyor ve kafa karıştırıyorlar.

Bir ülkede yine yetkililer direnmiş, dayanmışlar. (Şeytanî komplo peşinde olanlar) dedikleri yapılmadığından dolayı, her gün bir kere, iki kere telefon ediyorlar o devletin başındaki adama. O adam da sizin yetiştiğiniz kültür ortamında yetişmemiş. İşin nezaketine binaen “kültür ortamı” diyorum. Farklı anlayışı var, farklı inanışı var. “Bir daha bu adamların telefonuna çıkmayacağım ben! Telefonu her açışlarında aynı şeyleri mırıldanıyorlar, aynı şeyleri…” diyor.

Böylece dünyada farklı bir sevgi atmosferi oluşuyor. Bu oluşuma katkıda bulunmak, onlara karşı -bir yönüyle- yapacağımız şeylerin üçüncüsü gibi geliyor bana. Evet, o mazlumiyet, mağduriyet anlatılmalı. Kimseyi kötüleyerek değil; benim şurada dediğim nâsezâ, nâbecâ sözler türünden de değil. Fakat mazlumiyet ve mağduriyetimizi uygun bir üslupla herkese anlatmalıyız!.. “Benim bir şeyden haberim yoktu. Ne Aralık’ı anlarım ben, ne Ocak’ı anlarım? Ne Temmuz’u anlarım, ne de Ağustos’u anlarım!.. Siz bunları söylediğiniz zaman, ben aval aval sizin yüzünüze bakıyorum. Ama ben hiç farkına varmadan, bir yönüyle, o güne kadar kazandığım şeyler, kesp ettiğim şeyler, haksız yere iktisapmış gibi, kolumda ise kolumdan sökülüyor, göğsümde bir madalya, bir şerit ise, oradan sökülüyor ve ben ademe mahkum ediliyorum, hiçliğe mahkum ediliyorum. Hiçbir şeyden haberim olmadığı halde…” diyen insanların mağduriyetlerini… Sadece bir yerdeki bir şeytanın, Yezdücird’in çocuğu birisinin kararıyla, fişlemesi neticesinde.. Yezdücird’in torununun fişlemesi… Hâlâ “Pers, Pers!..” diyen, Tebriz’i Medine gibi gören ve “Varsa dünyada en ideal, ütopyaları aşkın bir idare şekli, İran’da!” diyen biri; fişliyor, işliyor ve bir sürü insanın canına zehir-zemberek gibi (cinas) işliyor!.. Evet… Siz, koyacağınız yere koyun, bu mülahazaları.

   Ülke içinde engelli çocuğun bakımı için biriktirilen parayı bile gasp eden vicdansızlar, yurtdışında da diyanet kisvesi altında dahi casusluk yaptırıyorlar.

Bir diğer acı şey de şu: Antrparantez arz ediyorum. Dışta o cebrî hicret eden insanlar, hicret ettikleri yerlerde -bugüne kadar ihtiyarî hicret edenler misyonlarını edâ etmeye çalıştıkları gibi, bunlar da cebrî hicret sonucu gittikleri yerlerde yine- Ruh-i Revân-i Muhammedî’nin şehbal açmasını sağlama istikametinde, soluk soluğa, küheylan gibi koşuyorlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Fakat yine “Din!” diyen, “Diyanet!” diyen, o argümanları kullanan insanlar, oralarda casusluk yaparak, o insanları -bir yönüyle- kendi ülkelerine gammazlıyorlar. Bir-iki ülkede “Bunlar, casus!” diye derdest edildiler ve sınır dışı yapıldılar. Vakıa bunlar, medyaya düşen şeyler.

Kine-nefrete doymuyorlar birileri!.. Yani, artık ülkesini terk etmiş; sen de onun malının üstüne konmuşsun; gasp etmişsin ve beş kuruş vermemişsin. Bir arkadaşı içeriye koyarken… Anomali bir çocuğu var; onun için biriktirdiği para var. Benim de evliyaullahtan bir veli olarak tanıdığım bir insan. İçeriye alırken, yahu bari o parayı, o anomali çocuğa verin!.. Onu da elinden alıyorlar.

Gasp ettikleri şeylerin “Raporlarını tutalım!” dendiğinde tavırları: “Hayır, rapor tutamazsınız. Çünkü rapor tutarsanız, bir gün hukuk çerçevesinde haklı olduğunuz meydana çıkarsa, onları istirdad edersiniz, geri alırsınız. Oysaki biz, geri vermemek üzere gasp ediyoruz!” Haramî, aldığı şeyi, geri vermek üzere almaz, vermemek üzere alır. Anomali çocuğu için biriktirdiği, Türkçe ifadesiyle dişinden-tırnağından artırarak biriktirdiği şeyi de gasp ediyorlar. Onu içeri koyarken, çocuğunun hakkını da elinden alıyorlar. Zerre kadar vicdanı olan bir insanın kalbi durur. Gavur bile olsa, kalbi durur. Gavur kalbi kadar kalb yok bunlarda!..

Evet, o Muhacir ve Ensar kardeşliğini çok iyi değerlendirmek lazım. O kardeşliği, o sarmaş-dolaş olmayı!.. Kim bilir, belki de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) işaret buyurduğu “Âhirzamanda adım, Güneş’in doğup battığı her yere ulaşacaktır!” müjdesinin tahakkukunda dünyanın dört bir tarafına “ihtiyarî hicret”lerin yanında, şimdi de “ızdırarî hicret”lerin, “cebrî hicret”lerin vesileliği söz konusudur. O muhacirler, gidilmedik ülkelere gitmek suretiyle, aynı zamanda “temsilî ve halî Müslümanlık”larıyla, Müslümanlığın nasıl ütopyaları aşkın bir din olduğunu gösterecekler. En azından, başkalarını onunla sulh olma atmosferine çekecekler veya onlara sulh olma anlayışını aşılayacaklar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bu da çok önemli bir kazanımdır. Dünyada “sulh-u umumî”ye giden yollardan bir tanesidir.

Cihan harplerinin ucunun göründüğü bir dönemde sulh olma anlayışı çok mühimdir. Ne felaketlerle geldiğini geçmişte gördük o harplerin. Bir üçüncü cihan harbi umumi felaket demektir; bir Batılı düşünürün ifadesiyle, “Ölen, mezara; geride kalan da yoğun bakıma!” Öylesine korkunç silahların, insanları öldürmek için hazırlandığı bir dönemde, o sulh-u umumîyi, اَلْإِسْلاَمُ وَالسَّلاَمُ الْعَالَمِي, o sulh-i umumîyi temin etmek, şöyle-böyle; “Herkes birbiriyle geçinebilir, anlaşabilir!” mülahazasını oluşturmak çok önemlidir.

   Güllerimiz dikenliğe düştü, sinelerimiz yaralı; bir haşin dikenlere bir de narin güllere bakıp elemle inliyor ve halimizi Allah’a arz ediyoruz!..

Öyle bir gaye adına, ihtiyarî hicretlerin yanında, cebrî hicretlerle Cenâb-ı Hak, şimdi size böyle bir misyon yüklüyorsa, bence, öperek bunu da başınıza koyun!.. “Elhamdülillah… Aklımıza gelmemişti böyle bir hizmet. Yâ Rabbi! Nice şeyleri Sen bize hatırlattın, bizleri ona sevk ettin; bundan dolayı da Sana binlerce hamd u senâ olsun! Ama bilmeyerek, bize zulmetmek suretiyle bu işi yaptıranlara gelince, onların da hidayete kabiliyetleri varsa, Sen onları hidayet eyle. Kalblerini telyîni (yumuşatmayı) murad buyuruyorsan, bilmedikleri re’feti, şefkati, mürüvveti, hakkı, adaleti, istikameti, anlayışı, muhabbeti, unuttukları bu şeyleri hatırlayacaklarsa şayet, onları da nezd-i Ulûhiyetinden hidayetinle serfirâz kıl! Dalalet vadilerinde yüzmekten onları da halâs eyle! Yoksa, her şeyin iyisini değil, her şeyin her şeyini Sen bilirsin!” deyin!..

Ama onların bir şey anlayacaklarına ihtimal vermiyorum: “Nâdânla sohbet güçtür, bilene / Zira nâdân, söyler ne gelirse diline.” Çünkü o sahip değildir diline ve beline. Bir kere saplanıvermiştir, menfûr o şeytanî emeline!..

Evet, bize şu düştü:

“Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib,

Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib”

(Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, inleye inleye oracığa yığılıverdi.)

Gül, dikenlerin içine düşünce, gül dalına konmuş bülbül, öyle bir incinir ki, “Benim gülüm gitti!” diye. Bir güle bakar, bir de hâristana bakar!.. Sebk-i Hindî mülahazasıyla söylenmiş, tahlili Edebiyatçılara ait, Nâilî-i Kadîm’in enfes bir beyanı.

Öyleyse, gelin, ne olur, sadece ulvî dertlerle dertlenin!.. Ulvî dertlerle dertlenmeyenlere Allah, süflî dertleri musallat eder. Yüksek mefkûre sahibi olmayan, benliğinin süflî arzularına takılır. “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezer.” “Karasaray!” der, saraya takılır.. “Villa!” der, villaya takılır.. “Filo!” der, filoya takılır.. “Makam!” der, makama takılır.. “Alkış!” der, alkışa takılır… O kadar çok şeyle zehirlenmiştir ki, onun, bu zehirlerden sıyrılması için şimdiye kadar eczacıların, farmakologların öyle bir panzehir ürettiklerini tahmin etmiyorum.

اَللَّهُمَّ نَفْسًا مُطْمَئِنَّةً، رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً، تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رِضَاءِ مَنْ سِوَاكَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

(Allah’ım! Sen’den, nefislerimizi doygunluk ve itminana erdirerek “nefs-i mutmainne” ufkuna yükseltmeni.. dahası, onun bir üst mertebesi olan, kullarının Sen’den hoşnutluğunu anlatan, Sen’den ne gelirse gelsin, her zaman şükürle karşılık verip katiyen şikâyet etmeme, bu yolda gülü de dikeni de aynı görme noktası sayılan “nefs-i râdiye” zirvesine ulaştırmanı.. onun da ötesinde, rızana mazhar edilmenin, bizim küçüklüğümüze göre değil Senin azametine yakışır bir iltifata erdirilmenin unvanı olarak anılan “nefs-i mardiyye” şahikasıyla bizleri serfirâz kılmanı diliyoruz. Öyle ki, bu lütfun, Senin rızana erdikten sonra başkalarının bizden memnun olmasını hedeflemekten bizleri müstağnî kılacak ölçüde olsun!.. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, onun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip onu vesile kılarak bu talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..)