Bamteli: “ASIL KÖRLÜK, KALB VE VİCDAN KÖRLÜĞÜDÜR!..”

Bamteli: “ASIL KÖRLÜK, KALB VE VİCDAN KÖRLÜĞÜDÜR!..”

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Yaratılış gayesi istikametinde kullanılmayan göz kör, kulak sağır ve kalb ölüdür.

Eskilerin ifadesiyle her şeyi (مَا خُلِقَ لَهُ) “mâ hulike leh”inde kullanmak lazımdır. Göz, doğruyu görmek için; kulak, doğruyu işitmek için; kalb, doğrunun heyecanını yaşamak veya “tefekkür”, “tedebbür”, “tezekkür” için yaratılmıştır. Beynin nöronları mı o “latife-i Rabbaniye”nin emrinde, yoksa bir fonksiyonu müşterek mi edâ ediyorlar? Bunlar, fizik ötesi mülahazalar. O mevzuda kestirip atmak hata olur. İşi gerçek bilenine havale etmek gerekir. وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَAllah bilir, siz bilmezsiniz!” (Bakara, 2/216).

Ama bilinen bir şey var ki, bu göz, görmek için yaratılmıştır. “Mubsarât” derlerdi eskiler, görülecek şeyler, görünen varlıklar, görülmesi lüzumlu, “görülmezse olmaz!”, “görülmesi olmazsa olmaz!” şeyler. Göz onları görmek için verilmiştir. Kulak, “mesmû’ât” denilen, işitilmesi gerekli olan şeyler için yaratılmıştır. O kalbin kılıflık yaptığı “latife-i Rabbâniye”.. o “his”.. o “şuur”.. o Cenâb-ı Hakk’ın iradesinin bir tecellisi olan meyelân/meyelândaki tasarruf, meşîet/meşîetteki tasarruf, dileme, dileme türünden bir şey; O’nun dilemesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi olan “dileme”… Bütün bunlar belli fonksiyonları edâ etmek için verilmiştir. Şayet bunlar, misyonlarını edâ etmiyorlarsa, insan, kör, sağır ve kalbsiz yaşıyor demektir.

Asıl körlük, “vicdan” körlüğüdür; “latife-i Rabbâniye” körlüğüdür; “his” körlüğüdür; bakarken bir şeyi olduğu gibi, “mâhiyet-i nefsü’l-emriye”sine uygun görememe körlüğüdür: Arka planıyla görememe körlüğü.. ifade ettiği mana itibariyle görememe körlüğü.. eşya ve hadiseleri, enfüsten âfâka kadar görülmesi gerekenleri görememe körlüğü… Kendi anatominizi, fizyolojinizi görmeden alın da milyarlarca sistem içinde, milyarca gezegeni mülahazaya almaya, bir kitap gibi mütalaaya tâbi tutmaya kadar hepsi görmenin alanı içindedir.

  “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim!..”

Allah (celle celaluhu) bu görmeye müteallik meseleleri “mesmûât” kabilinden “Kelâm-ı Kadîm”iyle size duyurmuş. Onu elinize alacaksınız; onu dillendirirken esasen koskocaman kâinatı dillendirmiş olacaksınız. Çok iyi biliyorsunuz ama bir kere daha Hazreti Pîr’in o çok tekerrür eden sözünü hatırlayalım: “Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” (Sözler, s.33 / Yedinci Söz) Yalnız Sen’sin, ey muciz-beyân.. Beyân.. Kur’ân.. Furkân; hakkı batıldan ayıran.

Mesmûât… O’nu duyacaksın, onda bütün varlığı duyacaksın. Kalbinin atışlarından yıldızların kendi etrafında dönüşlerine kadar.. onların etrafında melâike-i kiramın Mevlevîler gibi semâlarını görmeye kadar.. onların âh u efgânlarını mı, Allah’a karşı ta’zim u takdis u tesbih u temcidlerini mi duymaya kadar… her şeyi o “mesmûât” kategorisi içinde değerlendirebilirsiniz.

Duyabileceğin şeyleri doğru duyarsan, Allah, o güne kadar duymadığın/duyamadığın şeyleri mevsimi gelince duyurur. Cüneyd-i Bâğdâdi (rahmatullahi aleyh, kuddise sirruh) “Altmış sene bir şeyin arkasında oldum. Ancak altmış sene sonra bana verdi onu!” der. Yani, altmış sene görülüyor olma mülahazasını değerlendirdim. Görüyor olma mülahazasına ancak altmış sene sonra adım attım. Dedi, duydum. Söyledi, işittim. “Şöyle yap!” dedi, anladım.. ve ona göre tavır aldım. بِقَدرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِيMeşakkat miktarı me’âlî elde edilir!” Sancıya bağlı, şakak zonklamasına bağlı, Şâir-i şehîrin ifadesiyle “Öz beynini burnundan kusma”ya bağlı.

  “Çevir gözünü, bir bak; bir kusur, bir çatlaklık görebilir misin?!.”

“Görme ve duyma” diyoruz. Onun içindir ki, kalbiyle göremeyen, vicdanıyla göremeyen, baktığı şeyleri arka planıyla göremeyen insan “kör”dür. Ve gözü olduğu halde göremeyen bir insan, dünyanın en talihsiz, en bedbaht insanıdır. Göz var ama görmüyor; kulak var ama işitmiyor; kalb var ama hissetmiyor; beyinde on milyar hücre var fakat âtıl, hepsi uyuyor. Kâinatı el-efend edebilirler; hallâc edip eşyâ ve hâdiseleri didik didik edebilirler, Allah’ın izniyle. Fakat uyuyorlar. Yok “tefekkür” ve “tedebbür”. Dolayısıyla, kalb, uykuda; duyacağı şeyi duyamıyor, duyması gerekli olan şeyi duyamıyor. Bütün bunlar, kalbî (latife-i Rabbaniye açısından), vicdanî, hissî, şuurî, iradî körlüklerdir. Ve bu âzaları bulunduğu halde, onları “mâ hulike leh”inde, yaratılış gayeleri istikametinde kullanmayan insan, bedbahttır.

Allah (celle celâluhu) Kur’an-ı Kerim’de çend yerde nazarlarımızı enfüsten âfâka kadar çeviriyor. Mesela, Mülk Sûresi’nde şöyle buyuruyor: فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ “Çevir gözünü bir bak, bir kusur, bir çatlaklık görür müsün? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak; gözün sana, (Allah’ın yaratmasının ihtişamı karşısında) hakir olarak (O’nun yaratmasında hiçbir kusur bulamamanın ezikliği ve bitkinliği içinde) geri dönecektir.” (Mülk, 67/3-4) Tekrâr ber tekrâr nazarlarını semanın o parlak çehresinde gezdir, o resmi doğru okumaya bak! Allah’ın nakış nakış ördüğü o dantelada murâd-ı Sübhânî’yi anlamaya bak, onu kendi içinde marifete dönüştür; marifeti, muhabbete dönüştür; onu, aşk u şevk ve likâullah’a iştiyak’a dönüştürmeye bak!..

  Peygamber Efendimiz’in Miraç Rehberliği

Allah bu donanımı vermiş sana, sen de o istikamette değerlendir. Sürüm sürüm yerde -solucanlar gibi- sürünmekten sıyrıl! “Ahsen-i takvim”e mazhariyetin hakkını vermeye çalış! Allah’ın, meleklere secde ettirdiği bir varlıksın sen. Senin mâhiyetin meleklerden de ulvîdir. Yaratılışının hakkını vermeye bak! “Mâ hulike leh”inde kullanmaya bak; inkişaf ettir onu, Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm gibi. O, Cibril’e “Yürü! Top senin, çevkân senin!” dedirtti. “Bir adım daha atarsam, yanarım!” diyor Cibril, “Yürü! Top senin, çevkân senin!” İnsanlığın İftihar Tablosu, o donanımındaki sistemleri, mekanizmayı, fonksiyonları bütünüyle öyle değerlendiriyor ki, nurdan yaratılan, bir anda bir milyon yerde bulunan melekler pes ediyor. Cismânî varlığa sahip bir insan.. Âmine validemizden doğma bir insan.. Abdullah efendimizden olma bir insan… Melekleri geride bırakacak bir ufka, فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى Vücub-imkân arası bir noktaya, fânileri Bâkî’den ayıran noktaya ulaşıyor. Bir adım daha atma imkânı yok. Orası “vücûb âlemi”. Ve temaşa ettiğini temaşa ediyor, doyuyor. “Gınâ”ya ulaşıyor, sonra “iğnâ” etmek için dönüp içinize geliyor. O meleklik ruhunu aşılamak için.. o fidelerin, çınar olmaya yürümelerini sağlamak için.. o tohumların, yarılıp başağa yürümelerini sağlamak için…

Evet… Herkesin bin iştiyak ile içine girmeyi arzu ettiği şeyleri, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) tam gördükten ve bildikten sonra, başkalarını da oraya ulaştırmak için, nefsine rağmen, îsâr duygusunu zirvede yaşayarak, “kendi için olmama”yı zirvede yaşayarak, yeniden sizin için, sizin içinize dönüyor. Duyduğunu duyurmak için, tattığını tattırmak için, gördüğünü gördürmek için, hissettiğini hissettirmek için, ihsaslarınıza dünya kadar armağanla geliyor; ihtisaslarınıza dünya kadar armağanla geliyor.

Anahtarı-kilidi, “ibâdetullah”tır, namazdır. “Mü’minin miracıdır, nurudur / Sefine-i dini, namaz yürütür / Cümle ibâdetin, namaz, piridir / Namazsız, niyâzsız İslam olur mu?!.” Anahtarını da size getiriyor. O Mirac’a, sizi yükseltecek, ilk kapının anahtarı, odur; Cenâb-ı Hak namazlaşarak onu hakkıyla edâya muvaffak eylesin.

  “Gerçek şu ki, kör olan gözler değildir; gerçekte kör olan, sînelerdeki kalblerdir.”

Ama gelin görün ki, -siz değil de- çoğumuz itibariyle, insanlar, o vicdanî körlükleriyle, o latife-i Rabbaniye körlükleriyle, o his körlükleriyle, o şuur körlükleriyle; görmeleri gerekli olan şeyleri göremiyorlar. Allah Teâla şöyle buyuruyor: أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لاَ تَعْمَى الأَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ “Yeryüzünde gezip de (bütün bu tarihî levhalara ibret gözüyle bakmazlar mı): belki böylece kendileriyle akledip gerçeği idrak edecekleri kalblere veya (kendileriyle vahyin ve gerçeğin sesini) işitecekleri kulaklara sahip olurlar. Gerçek şu ki, kör olan gözler değildir; gerçekte kör olan, sînelerdeki kalblerdir.” (Hacc, 22/46) Yeryüzünde gezmiyorlar mı onlar, bir gezsinler!.. Dağına taşına baksınlar!.. أَفَلَمْ يَنظُرُوا إِلَى السَّمَاء فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِن فُرُوجٍ “Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık, dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?” (Kâf, 50/6) Yok yırtığı, yok eksiği, yok gediği!.. Biraz evvelki mülahaza, farklı bir versiyonla ifade ediliyor: فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ 

Sonra, وَالْأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ “Yeri de yayıp döşedik ve ona içinden sağlam, sabit (görünümlü) dağlar yerleştirdik; ayrıca orada göz ve gönül açıcı her türlü bitkiyi çift çift bitirdik.” (Kâf, 50/7) Yeryüzünü de âdetâ onlar için bir zemin, bir blokaj olarak serdik. Üzerinde her şeyi yapabilirler. Tohum saçabilir, tarlaya çevirebilirler. Fide dikip, bağa-bahçeye çevirebilirler. Üzerinde yaşayabilirler. Yaşar, orayı cennetin koridoru haline getirebilirler. Temaşa eder, orayı bir “mecâli” şeklinde görebilirler. “Cenâb-ı Hak’tan gelen tecelli tayflarının, gelip gelip çarptığı bir yer” halinde görebilirler yeryüzünü. Ve aynı zamanda, “İlahî mezâhir” olarak görebilirler. Ve Cennet’e iştiyaklarını kamçılayacak Cennetin koridoru şeklinde mütalaa edebilirler. وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ “Ve aynı zamanda, onun üzerinde de dağları ilkâ ettik!” Gemilerin demirleri gibi, yeryüzünün sübutunu sağlamak için, çiviledik dağları. Hazreti Pîr’in Risaleler’de ifade buyurduğu gibi; ne mâdenler, ne gazlar, bilmem neler sakladık altlarında. Birer kazık olarak çaktık, aynı zamanda… Havayı taramaları için, değişik şeylere mahzenlik yapmaları için… Ama, göz istiyor bunları görmek için. Kulak vermek icap ediyor duyulacak şeylere. Kalb istiyor, “tedebbür” için, “tefekkür” için, “tezekkür” için…

  “Elbette bunda görebilen basiret sahipleri için alınacak bir ders vardır.”

“Basar” değil, “kalbdeki basiret” esastır; asıl görme “basiret” ile olur. أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لاَ تَعْمَى الأَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ “Basar”, zâhirî nazardır; meselenin sadece zâhirini görür, arka planını bilemez; o işin riyazî mülahazasına ulaşamaz; matematik açısından, hendese açısından “Bu neyi ifade ediyor?”, onu bilemez. Sadece sathî “bakma”dır o, “görme” değildir. Gören, esas “basiret”tir. Değerlendirmedir “basiret”in işi. İşi, arka planıyla, ön planıyla, ifade ettiği mana ile, muhteva ile ve size ışık tutmasıyla, gören esas “basiret”tir.

Bu da Kur’an-ı Kerim’de, değişik yerlerde ifade edilmiştir. Ezcümle: فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الأَبْصَارِ “İbret alın ey basiret sahipleri!..” (Haşr, 59/2) diyor. يُقَلِّبُ اللهُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لأُولِي الأَبْصَارِ “Allah gece ile gündüzü birbirine çeviriyor, geceyi gündüze, gündüzü geceye dönüştürüyor, sürelerini uzatıp kısaltıyor. Elbette bunda görebilen basiret sahipleri için alınacak bir ders vardır.” (Nûr, 24/44) Geceyi gündüzü evirir-çevirir. Işığı, karanlığı birbirine katar karıştırır; onu, onun içine sokar; onu, onun içine sokar; evirir, çevirir, size dersler verir. Size sahneler sergiler.. Size ne dantelalar sergiler.. Size ne meşherler sergiler!.. إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لأُولِي الأَبْصَارِ Ama basireti olanlar için, bunlarda ibretler vardır. Gözünü kapayan, bakan fakat göremeyen, gidip ya Natüralizme, ya Pozitivizme, ya Materyalizme saplanan, ya Ateizme, ya Deizme aborde olan insanlar, arka planıyla bu şeyleri göremezler.

Öyle değil esasen. Neyden ne anlaşılacak ve ne zaman, ne, nasıl yapılacak? Önemli olan, onu anlamak ve yapmaktır. “Allah’ım! neyi, ne zaman, nerede, nasıl yapacağız? Basiretlerimizi aç ve bizi ona hidayet eyle!” Yol aldığı halde -geçendeki ifadesiyle- hikâyelerin başında söylenen o sözün durumuna düşme talihsizliğine maruz bırakma! “Az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, bir çuvaldız boyu yol aldı-alamadı!” Öyle değil. Yol alma.. O’na doğru yol alma.. yolu alanlar ufkuna doğru yol alma.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam’ın gösterdiği ufka doğru yol alma… Asıl mesele o. Ama gelin görün ki, taklit, şekil, sûret, ülfet ve ünsiyet (onların birer bela olduğunu da Hazreti Pîr ifade ediyor) gözümüzü kör ettiğinden dolayı, görülecek şeyleri göremiyoruz; maalesef Allah’ın verdiği şeyleri kullanılması gerekli olan yerde kullanamıyoruz.

  Bir yanda tatlı rüya âlemlerinin neşesi, diğer tarafta sabah akşam ateşe arz edilme elemi…

Risaleler’de kaç yerde geçen, hususiyle haşir ile alakalı meselelerde serlevha yapılan bir âyet: فَانْظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي الأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا “İşte, Allah’ın rahmetinin eserlerine bak ki, öldükten sonra yeri nasıl diriltiyor! Bunu yapan, ölüleri de aynı şekilde diriltecek olan aynı Zat’tır. O, her şeye hakkıyla güç yetirendir.” (Rum, 30/50) Öldükten sonra yeryüzünü, bahar mevsiminde âdeta bir nevzuhûr, bir nevbahar olarak, bir meşher gibi sizin gözünüzün önünde sergiliyor. Bakın, okuyun, ders alın, ibret alın, anlamanız gerekli olan şeyleri anlayın!.. إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى İşte o şânı yüce olan Allah.. Zâlike’de “lâm”, “lâm-ı imâd”; “kâf”, “kâf-ı hitâb”. O şânı çok yüce olan imasıyla hem aradaki Mübelliğe, hem de o tebliğin Sahibine işaret ediliyor. Şânı çok yüce olan Allah, yeniden sizi diriltmeye kâdirdir. Çürümüş kemiklere takılıp kalmayın, mezardaki enkaza takılıp kalmayın.

Siz esasen ölmekle, bir yönüyle, tatlı rüya iklimlerine açılma gibi berzahî bir seyahate soyunuyorsunuz. Nasıl rüyalarla o âlemde geziyorsunuz? Dünyada güzelce yaşamışsanız şayet, nasıl yaşamış iseniz, öyle ölüyorsunuz.. ve berzahı da o güzellikle geçiriyorsunuz.. hep tatlı rüyadan tatlı rüyaya; Cennet temâşâsına koşuyorsunuz… Ehl-i küfür ve ehl-i dalaletin nasibi ise, النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا “Ateş: Sabah ve akşam onun karşısına getirilir ve ona maruz bırakılırlar.” (Mü’min, 40/46)“O Berzah âleminde, misalî veya hakikatiyle, o kefere ve fecerenin nazarlarına, o cehennem, sabah-akşam arz edilecek. Mü’min (Gâfir) Sûresi’nde Âl-i Firavun için ifade buyurulan bu husus, bütün kefere ve fecere için, bütün inkarcılar, mülhidler, mürtedler, mütemerridler için de söz konusudur. Onlar için söz konusu olan işte öylesine bir “sû-i akıbet”.

Mü’minleri bekleyen, bir “hüsn-i akıbet” ki tatlı rüyâ iklimleri halinde… Bazen gider Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in mübarek eteklerine sarılır.. bazen Ebu Bekir’lerle, Ömer’lerle, Osman’larla, Ali’lerle aynı çanağa kaşık çalar.. bazen Cenâb-ı Hakk’ın müşahedesiyle mest olur, kendinden geçer.. bazen Cennet’in bağını-bahçesini, çağlayan ırmaklarını, şerbetten ırmaklarını, soğuk sudan ırmaklarını, katışıksız baldan ırmaklarını, insanı mest ve sermest hâle getiren ırmaklarını temaşa eder, kendinden geçer.

Öyle ölmek için öyle yaşamak lazım. Orayı çok rahat aşmak için, burada sırat-ı müstakimi yaşamak lazım. Başka bir yerde bir levha halinde ifade edildiği gibi: “Öbür tarafta sıratı rahatlıkla geçmek, burada sırat-ı müstakimi yaşamaya bağlıdır!اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Allah’ın (celle celâluhu) nafile namazlar da dahil günde kırk defa onu talebi teşrî kılması, meselenin önemini vurgulama adına, yeter de artar. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Hidayet eyle bizi doğru yola. Kendilerine nimet lûtfettiklerinin yoluna; üzerlerine gazap hak olmuş bulunanların ve dalâlette olanlarınkine değil.” (Fatiha, 1/6-7) Nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin, sâlihlerin, büyüklerin, muhlisînin, muhlasînin, mülheminin yoluna.. Allah’ım bizi ona hidayet eyle! O yolda yürürseniz, sırat-ı müstakimi yaşarsanız, sıratı kuş gibi geçersiniz. Hadis-i şeriflerde “berk-i hâtif” gibi, “çakıp geçen şimşek” gibi “yıldırım” gibi, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Hatta hadisin sıhhati mevzuunda bir şey diyemeyeceğim: “Cehennemin alttan size seslendiğini duyacaksınız: Çabuk geçin, nûrunuzla nârımı söndürüyorsunuz, çabuk geçin!..” diyecek.

  Sırat’ı dünyadayken geçemeyenler ötede onun üzerindeki kancalara takılıverecekler!..

Bir, sıratı böyle geçme var; bir de burada belli şeylere takıldıklarından dolayı onda takılıp kalma var. Burada yalıya villaya takıldıklarından, servete sâmâna takıldıklarından, nâma, nişana, şöhrete, kudrete takıldıklarından ve bunlarla zehirlendiklerinden dolayı, bu zehirlenmelerin her birine göre o köprünün üstünde değişik kancalara takılma var. Şöhret kancası, villa kancası, filo kancası, serkâr olma kancası, takdir kancası, alkışlanma arzusu kancası, ezme kancası, zulmetme kancası, haklı-haksız birbirine karıştırma kancası, kafa karışıklığı kancası, dalalet kancası, zulüm kancası, serkâr olmayı başkalarını ezmek suretiyle değerlendirme kancası… Bunlardan birine takılmasa diğerine takılır. Bu mel’un şeylerin hepsini yapmışsa, o kancaların her biri, onun uzuvlarından birine takılır. Mâbede gelmeyi ihmal etmese bile, oruç tutmayı ihmal etmese bile, Müslümanlığı dilinden düşürmese bile, soyuyla irtibatını dilinden düşürmese bile, düşürdüğü şeyleri düşürmesi, onun orada batıp gitmesine yetecektir.

Böyleleri için, Bûsîrî diyor ki, وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدِ امْتَلَأَتْ مِنَ الْمَحَارِمِ وَلْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ İşlediğin şu mel’un şeylerden ötürü; şu günahlardan, şu hatalardan, şu dalaletlerden, şu sapıklıklardan dolayı, gözlerini yaşla doldur! Gözyaşlarını salıver ve sonra da nedâmet perhizine kendini bağla!” Tevbeler tevbesi geyik avına.. tevbeler tevbesi saltanat sevdasına.. tevbeler tevbesi filo arzusuna.. tevbeler tevbesi yalı arzusuna.. tevbeler tevbesi alkış arzusuna… Batsın bunların hepsi yerin dibine.. ve bu sevdalara tutulmuşlar da beraber batsın yerin dibine, yoksa liyakatleri hidayete, Allah’a dönmeye, Peygamber’e bağlanmaya, yeniden “Kur’ân” demeye!..

Size gelince, onlar size çektirecekler fakat siz (Enderûnî Vâsıf gibi) “Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner / Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider.” diyeceksiniz. “Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.” fehvasınca, Hakk’a tevekkül ve tefviz-i umur edeceksiniz. Vesselam.