Ahlakın Esasları: Hikmet, Şecaat, İffet ve Adalet

Ahlakın Esasları: Hikmet, Şecaat, İffet ve Adalet

*Sofilerin “ümmühât-ı huluk” (güzel ahlakın ana kâideleri) dedikleri hususlar, insanın yeniden inşası ve yıkılmış ruh âbidesinin ikâmesi için zarurî olan, onu ayağa kaldıracak temel esaslar/rükünlerdir; buna peygamber ahlakının rükünleri ya da Kur’an ahlakının esasları da diyebilirsiniz. Bu rükün ve esaslar sayesindedir ki, Ashab-ı Kiram efendilerimiz, çok sağlam inşa edilmiş ve kıvamını bulmuş insanlar olarak çok kısa sürede çok büyük işler başarmışlardır. (00:36)

*Ümmühât-ı hulukun başında hikmet gelir. Hikmet; faydalı ilim, irfan, herkesin bilmediği gizli sebep, fıkıh, felsefe, yaratılıştaki ilâhî gaye, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, ibret almayı gerektiren herhangi bir söz, güzel huy, herkesin faydasına olan hizmet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir iş, sünnet-i seniyye, din, Kitap gibi… pek çok manalara gelmektedir. Kâinat kitabını iyi okuma, fizikle beraber metafiziği ve maverâ-i tabiatı hesaba katma, teşriî hükümlere riâyetin yanı başında tekvinî emirleri de göz önünde bulundurma, bir yandan Cenâb-ı Hakk’ın mâhiyet-i eşyaya yerleştirdiği maslahatları, diğer taraftan da dinin özündeki gayeleri kavramaya çalışma… gibi hususlar da hikmetin farklı yanlarını ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, hikmet kelimesiyle genel olarak, nasihat ve öğüt, ilim ve irfan, vahiy ve peygamberlik, Kur’an’ın incelikleri ve ilâhî sırlar kastedilmiştir. Ayrıca, akıl gücünün vasat (itidâl) mertebesi, hikmet tabiriyle ifade edilegelmiştir. Kuvve-i akliye’nin ifrat (aşırı) hâline, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme manasında “cerbeze”; tefrit durumuna, hiçbir şeyi doğru-dürüst anlayamama, en basit şeyleri dahi idrak edememe anlamında “gabâvet” ve “hamâkat”; mûtedil olanına da, eşya ve hadiseleri güzelce değerlendirip, lehte ve aleyhte olması muhtemel bulunan şeyleri birbirinden ayırabilme keyfiyetinin unvanı olarak “hikmet” denmektedir. Görüldüğü üzere, İslâm âlimleri, hikmetle alakalı çok farklı tarifler yapmışlar ve onun onlarca değişik manasını nazara vermişlerdir. Aslında, bu tariflerin herbiriyle hikmetin bir yanını dile getirmişlerdir. Fakat, çoğunluk itibarıyla, hikmeti “faydalı ilim ve salih amel beraberliği” şeklinde yorumlamışlardır. (05:45)

*Hazreti Üstad, “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” ifadeleriyle, Kur’ân’ın, kâinat kitabını şerh ettiğini söylemiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerim kâinatın çehresine kendi ziyasını neşretmeseydi, bu kâinat bir kısım kaoslardan, korkunç kâbuslardan ve dehşet veren hadiselerden ibaret kalacaktı. Biz her şeyin gerçek yüzünü, her bir varlığın Cenâb-ı Hakk’ın pırıl pırıl bir sanatı olduğunu Kur’ân’ın kainat çehresine çaldığı ziya sayesinde gördük ve öğrendik. Nitekim, Recâizâde Ekrem “Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât. Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.” der. Hazreti Pir de kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların mele-i âlâdan insana gönderilmiş birer mektup olduğuna dikkatleri çeker. Yani bu kâinatın sayfa ve satırları arasında gezen, onun kelimelerini kaldıran, harflerini yoklayan bir kimse onların manasının hep “Allah” diye haykırdığını görecek ve kendisi de Allah diyecektir. Çünkü böyle mükemmel bir sistemin başka bir şeye nispeti mümkün değildir. Gökleri ve yeri yaratıp onlarda mükemmel bir nizam kuran Allah olduğu gibi, insan mahiyetinde ve insan fizyolojisindeki ahengi temin eden de Allah’tır (celle celâluhu). İşte kâinattaki her bir eşya ve hadisenin O’nu hatırlatması da hikmetin ayrı bir yanını teşkil eder. (08:23)

*Hikmeti, yerli yerince davranma ve her şeyi yerli yerince kullanma şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mutedil ve müstakim olma mânâlarına da gelen bu son tespiti şu şekilde biraz daha açmak mümkündür: İfrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali korumak.. sorumluluklarımızı şer’î çerçeve içinde anlamak ve yerine getirmek.. esbap dairesi içinde kaldığımız sürece sebeplere riayette kusur etmemek.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa girmeyip dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesini korumak.. ve hayatı Sünnet programlı yaşamaya çalışmak.. Hakk’ın takdirlerini kendi tercihlerimiz önünde düşünmek ve O’nun şer’î ve kevnî her türlü icraatını gönül rızasıyla karşılayıp “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah” mülâhazasını bir lahza bile hatırdan çıkarmamak. (09:38)

*İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muamelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muamelat ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir. Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir. Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muamelat alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muamelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. Taabbudîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine bağlama duygusunu, Allah’a (celle celâluhu) halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muameleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur. (10:05)

*Ümmühât-ı hulukun ikincisi “şecâat”tir: Cenâb-ı Allah insana, dışarıdan gelecek saldırılardan kendini koruması için “kuvve-i gadabiye” (öfke hissi) dediğimiz bir duygu vermiştir. Bu duygu, hariçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Korkulacak şeyler karşısında temkinli davranma ve onları telâşa kapılmadan savmaya çalışma anlamındaki yiğitçe duruşun, yani “şecâat”in kaynağı olan bu duygu; bütün kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık ve kızgınlığın da menşeidir. Bazıları, korkulmayacak şeylerden dahi korkar, sürekli vehimlerle oturup kalkar ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle getirirler ki, bunların halini “cebânet” (korkaklık) kelimesi ifade eder. Fakat, bazı insanlar da vardır ki, onlar âkıbeti hiç düşünmeden, ölçüsüzce ve muhâkemesizce her işe girişir ve neticesi mutlak felâket olan tehlikelere bile korkusuzca atılırlar. Kuvve-i gadabiyenin bu ifrat hâline de “tehevvür” (korkusuzluk ve saldırganlık) denir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.” hakikatine bağlılık içerisinde, başa çıkılmaz ve aşılmaz gibi görülen dâhiyeleri aşma istikametinde sergilenen performansın adı olan “şecâat” ise güzel ahlakın çok önemli bir esasıdır. (13:20)

*Kör cesaret ve sağır şecâat bir fazilet değildir; şecâatin hikmetle dengelenmesi ve görür duyar hale getirilmesi lazımdır. (16:58)

*Mute Harbi, kuvvetler dengesinin olmadığı, bir müslümana mukabil otuz kırk düşman askerinin saldırdığı bir savaştır. Bizans o günlerde dünyanın süper gücüdür; Müslümanlar ise Medine’de kendilerine henüz yer-yurt edinmeye çalışma konumundadırlar.. sayıları az, imkânları dar, arka çıkanları da yoktur. Fakat, iman, aşk, şevk, cihad, gazâ, şehadet… gibi duygu ve inançlarla dopdolu üç bin insan, koskoca bir devletle çarpışmaktadır. Mute aynı zamanda, Allah Rasûlü’nün canı gibi sevdiği Zeyd İbn Hârise, Cafer İbn Ebî Talib ve Abdullah İbn Revâha’nın şehit düştüğü bir ulu meşheddir. Üç kumandanı peşi peşine şehit düşen askerin moral gücü malumdur. İşte Hazreti Halid kumandayı eline aldığında İslâm ordusunun hâli budur. Hazreti Halid üç gün üst üste, ordunun değişik kanatlarında yer alan insanları sürekli yer değiştirerek, Bizanslılara, takviye güçler geliyor imajını vermiş ve evvelâ moral olarak onları çökertmiştir. Bu arada cansiperâne savaşmış.. ve farklı rivayetlere göre o gün elinde 7 veya 9 kılıç kırılmıştır. Sonra da askerini usta bir manevra ile geriye çekebilmiştir. İşte Hazreti Halid’in böyle geriye çekilmesi, kısa veya uzun vadeli bir teknik ve taktiktir; tabir-i diğerle iki adım ileriye atlamak için bir adım geriye çekilmektir ve tam bir aksiyondur. Aynı zamanda şecâatin hikmetle dengelenmesinin çok güzel bir misalidir. (20:30)

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ve Ashab-ı Kiram’ın Hudeybiye’deki temkinli tavır ve davranışları da şecâat ile hikmet arasındaki münasebeti ortaya koyan güzel bir örnektir. (27:50)

*Ümmühât-ı hulukun üçüncüsü “iffet”tir. Daha önce de işaret edildiği gibi, İslâm ahlâkçıları insanda üç temel duygunun bulunduğunu söylemiş; belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp, fayda ya da zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırma melekesine “kuvve-i akliye”; kin, hiddet, kızgınlık ve atılganlık gibi hislerin kaynağı sayılan güce “kuvve-i gadabiye”; arzu, iştiha ve cismânî hazların menşei kabul edilen duyguya da “kuvve-i şeheviye” demişlerdir. Kuvve-i şeheviyenin, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak her türlü cürmü işleyecek kadar kayıtsız kalma şeklindeki ifrat hâlini “fısk u fücûr”; helal nimet ve lezzetlere karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalma durumunu da “humûd” olarak isimlendirmişlerdir. Kuvve-i şeheviye açısından istikamet ve itidal üzere bulunarak, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-i meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalma tavrını ise “iffet” kelimesiyle ifade etmişlerdir. Bu zaviyeden iffet, umumî manâsıyla, iradenin gücünü kullanarak cismanî ve behimî arzuları kontrol altına almak, zinadan ve sefihlikten uzak durmak demektir. Evet, “iffet”, dil, göz, kulak, el, ayak gibi uzuvları günahlardan koruyarak ve helal dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa ederek haramlardan uzak kalmaktır. Ahlâkî değerlere bağlı ve günahlardan âzâde yaşamanın en mühim vesilelerinden biri sedd-i zerâî prensibine uygun şekilde davranmak ve ayakları kaydıracak zeminlere hiç yaklaşmamaktır. İffeti, düşünce namusundan meslek ahlâkına kadar geniş bir çerçevede değerlendirmek daha doğru olsa gerektir. Nitekim, müstağni davranmak, başkalarına el açmamak, dilencilik yapmamak ve kimseye yüz suyu dökmemek de iffetin çok önemli derinliklerinden sayılmıştır. (31:10)

*İffetin çok önemli bir buudu, istiğna ve beklentisizliktir. Gerçek insanlık ve beklentisizlik ufkuna doğru dikey yükselenlerden biri olan Amr ibn As (radıyallahu anh) kendisine ganimet verilmek istendiğinde: “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Onunla aynı ruh halini paylaşan bir sahabîye de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat, “Ya Rasûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür. Kim bilir onların içlerinde daha kaç yüz tane öyle müstağni insan vardı ama kendilerini ifşâ etmediklerinden dolayı isimleri siyer ve megazi kitaplarına girmedi. (36:02)

*Ümmühât-ı hulukun dördüncüsü ise “adalet”tir. Dengeli olma, aşırılığa düşmeme, herkesin ve her şeyin hakkına riâyet etme, zulme girmeme mânâlarına gelen “adl” ve “adalet”, İslâm dininde ahlâkî ve hukukî yanlarıyla fevkalâde önemli bir esastır. (41:33)

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya (bir davranışa aynıyla karşılık vermeye) din ruhsat tanımıştır. Fakat, öyle zaman olur ki, bir kötülüğe karşı siz de aynıyla mukabele ederseniz, çok daha olumsuz hadiselere sebebiyet verebilirsiniz. Bu açıdan, o ruhsatı günümüzün insanları kullanmamalıdır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de düşmana ancak yaptığı kadarıyla karşılık verilebileceği beyan buyurulduktan sonra, “Eğer sabrederseniz, bu, sabredenler için daha hayırlıdır” (Nahl Suresi, 16/126) denmekte ve inananlar sabra teşvik edilmektedir. (41:52)

*İman ve Kur’an hizmetinin gönüllüleri her zaman şu ayetin ışığında hareket etmelidirler:

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet Suresi, 41/34) (44:38)

*“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.” demişler. Fakat bence size zulmedenlerin Hakk’ın divanında cezaya çarptırılmaları isteğinde de bulunmayın. Sizi karşı cepheden görüp 40-50 sene en olumlu işlerinizi dahi sorgulayan insan hakkında bile “Allah seni cehennemle cezalandırsın!” demeyin. İlle de bir şey diyecekseniz, “Allah benim kalbimi de senin kalbini de ıslah eylesin!” deyin. (45:37)

*Sabrın, sabırdan daha ötesine sabredeceğimi bileceği ana kadar dişimi sıkıp sabredeceğim. (48:28)