Usûlüddin Ekseni

Usûlüddin Ekseni
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Sohbetlerinizde sık sık Usûlüddin’e bağlı kalmanın öneminden bahsediyorsunuz. Konunun açılımını lütfeder misiniz?

Cevap: Usûlüddin, dinde temel olan asıllar, prensipler, ölçüler demektir. İnancın çerçevesini belirleyen esaslar, Cenâb-ı Hakk’ı tanıma adına ortaya konulan disiplinler, haşr u neşr mevzuunda dile getirilen genel mülâhazalar, varlık-insan ve Allah münasebetine dair serdedilen hakikatler vs. Usûlüddin’i oluşturur.

İman ve İslâm’ın Surları

İlk dönemlerde, Sahib-i Şeriat tarafından ortaya konulmuş olan bu tür esaslar isimsiz müsemma olarak vardı. Fakat adı konulup bir disiplin olarak dile getirilmemişti. Daha sonra gelen İmam Maturîdî ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî gibi âlimler, en önemlisinden daha az önemli olana doğru bir çizgi takip ederek kendilerine ulaşan bu hakikatleri hem sistematik bir yapıya kavuşturdu; hem de yanlış anlama ve sapmaların önüne geçme adına tafsilâtlı açıklamalar yaptılar.

İslâm’ın, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde nasıl hayata hayat kılınacağı, bu iki kaynaktan hüküm istinbat ederken hangi metotların takip edileceği, karşılaşılan problemlerin nasıl çözüleceği gibi Fıkıh Usûlü’ne dair konular da belirli bir dönemde isimsiz müsemma olarak bilinmiştir. Daha sonraki dönemlerde Fıkıh sahasının önde gelen âlimleri tarafından bu konular disipline edilmiş ve madde madde bunların çerçevesi belirlenmiştir. Eğer bir insan, bu temel disiplinler yörüngesinde hayatını götürürse, -Allah’ın izni ve inayetiyle- hem yanılmaz, hem de çelişkiye düşmez.

İslâm’ın kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa hitap eden evrensel din olmasından dolayı, temel prensiplere bağlı kalmak şartıyla çağa göre farklı yorum ve içtihatlar ortaya konulabilir. Fakat bir kısım tarihselcilerin yaptıkları gibi, Kur’ân ve Sünnet’te vaz’ edilen hükümlere kendilerince bir kısım menatlar (hükmün kendisine bağlandığı vasıflar), illetler bulma, daha sonra bu menatların değiştiğini iddia ederek söz konusu hükümleri geçersiz sayma ve onların yerine yeni bir kısım hükümler vaz’ etmeye kalkışma doğru değildir. Çünkü bu takdirde Usûlüddin adına konulmuş rükünlerden uzaklaşılmış olur. İnsan bir kere bu temel disiplinlerden uzaklaşmaya başladığında, meselenin nereye varacağı belli olmaz. Ayrıca böyle bir hareket tarzı, insanın kendi düşünce dünyası adına bir başkalaşma yaşadığının da bir göstergesidir. Bir kere başkalaşan ise, ardı arkası kesilmeyecek şekilde kendisini başkalaşma çağlayanına salmış demektir.

İnsanı bağlı bulunduğu değerler mecmuasından en uç noktalara savurabilecek böyle bir başkalaşmaya maruz kalmamak için, başta Kur’ân ve Sünnet olmak üzere kültür mirasımızın temel kaynaklarına sımsıkı bağlı kalmak gerekir. Zira Kur’ân, Allah kelâmıdır. Hazreti Pîr, “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor! O’nu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” (Bediüzzaman, Sözler s.33 (Yedinci Söz)) diyerek hangi şartlarda olursak olalım bizi doğru yola sevk edecek hidayet güneşinin Kur’ân-ı Hakîm olduğuna dikkatlerimizi çekmiştir.

Bu kudsî kaynaklardan çıkarılan temel disiplinlere aykırı dinde yeni bir kısım şeyler ortaya koymak bid’atkârlıktır. Her bir bid’atta ise dalâlete giden bir yol vardır. (Bkz.: Müslim, cuma 43; Nesâî, îdeyn 22; İbn Mâce, mukaddime 7) O hâlde insan, ne düşüncesinde, ne tavır ve davranışlarında, ne ibadet ü taatinde ve ne de Kur’ân ve Sünnet’i anlama ve yorumlamada bid’atkârlığa girmemelidir. Evet, peygamberlere -hâşâ ve kellâ- postacı nazarıyla bakmak bid’attir; Kur’ân ve Sünnet’in bize sunduğu çerçeve dışında sahabe-i kirâmı ve selef-i salihîni farklı bir kısım telâkkilerle ele almak bid’âttir; Mu’tezile ve Cebriye mezheplerinin Zât-ı Ulûhiyet’e isnat ettikleri yakışıksız bir kısım şeyleri kabul etmek bid’attir.

Meselâ Allah’ın (celle celâluhu), bazı şeyleri yapmaya mecbur olduğunu ileri sürmek veya O’nun her işinde maslahata uymak mecburiyetinde olduğunu iddia etmek, dalâlettir. Çünkü إِنَّ اللهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ “Elbette Allah, dilediği şekilde hükmeder.” (Mâide sûresi, 5/1); لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ “Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya sûresi, 21/23) âyetlerinin de işaret ettiği üzere Allah, her ne dilerse onu yapar ve herkese yaptığını sorar; fakat kimsenin, Allah’a yaptığı şeyler konusunda hesap sormaya hakkı yoktur.

İşte Fıkhı doğru anlamak için Fıkıh Usûlü’nün ortaya koyduğu disiplinlerin anlaşılması çok önemli olduğu gibi, inanç mevzuunda bu tür inhiraflara düşmemek için de iyi bir Usûlüddin kültürüne sahip olmak çok önemlidir. Aralarında teferruata dair bir kısım farklılıklar olsa da, başta mezhep imamları, daha sonra da onların arkadan gelen tâbileri Fıkıh Usûlü’ne dair zengin bir birikim bırakmışlardır. Aynı şekilde İmam Maturîdî ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî Hazretleri başta olmak üzere, daha sonra gelen devasa âlimler Usûlüddin mevzuunda eserler kaleme alarak, bizi yanılgılardan korumaya çalışmışlardır. Gerek Usûl-ü Fıkıh, gerekse Usûlüddin’e dair ortaya konulmuş olan bu disiplinlere bağlı kalındığı takdirde, zamanın getireceği yorumları sahiplenmede ve mevcut şartları dikkate alarak İslâm’ın içtihat ve istinbata açık alanlarını doldurmada muvaffak olunacaktır. Fakat bu temel disiplinlerin dışına çıkıldığı takdirde, zaman çok doğru okunsa ve çok güzel yorumlar yapılsa da, bunlar birer bid’at olmadan öteye geçemeyecektir.

Ne Usûl Ne de Üslûp Feda Edilmeli

Öte yandan ruh ve mânâ köklerimizden süzülüp gelen değerleri dünyanın değişik yerlerine ulaştırma ve aynı zamanda onlardan alacağımız şeyleri alma mevzuunda da temel disiplinlere muhalefet edilmemelidir. Bu önemli hususa da hassasiyet gösterilmediği takdirde bir kısım hatalara düşülebilir. Meselâ muhatap olduğumuz insanlara belli hakikatleri anlatabilmek için gereksiz mümaşat ve müdarata girebiliriz. Yaptığımız işi, onları hoşnut etmeye bağlayabiliriz. Evvelen ve bizzat onlara karşı sempati duyabilir, onlara şirin görünmeye çalışabilir ve gönül dünyamızda insanların oturacağı sandalye sırasını belirlemede tercih hatasına düşebiliriz. Bütün bunlar, Usûlüddin prensiplerine aykırı hareket etme demektir. Zira Kur’ân-ı Kerim, bir mü’minin evvelen ve bizzat mü’minleri sevmesini, onları bırakıp da başkalarını dost edinmemesini emretmektedir. (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/28; Nisâ sûresi, 4/144; Mâide sûresi, 5/51)

Fakat diğer taraftan bir mü’minin, mü’minler dışındaki kişilerle arasındaki münasebetleri bütünüyle kesmesi, onlara tamamen sırtını dönmesi de aynı şekilde temel disiplinlere aykırı bir hareket tarzıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim, ehl-i kitabın hepsinin bir olmadığı; onların içinde dosdoğru bir topluluğun olduğu ve gece Allah’ın âyetlerini okuyarak secde eden (Bkz.: Âl-i İmr’an sûresi, 3/113); hak ve hakikate çağıran (Bkz.: A’raf sûresi, 7/159); Kur’ân mesajını duyduklarında onda âşina oldukları gerçeği bulmaları sebebiyle gözlerinden yaş boşalan insanlar bulunduğunu (Bkz.: Mâide sûresi, 5/83) haber vermiştir. Dolayısıyla ehl-i kitabın hepsini aynı çizgide değerlendirmemek gerekir. Yine Cenâb-ı Hak,  لَا يَنْهَاكُمُ اللهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez.” (Mümtehine sûresi, 60/8) yüce beyanıyla, onlara iyilik yapmak suretiyle gönüllerine girmede bir mahzur bulunmadığını ifade buyurmuştur. Dolayısıyla konumları ve durdukları yer itibarıyla herkese karşı bir münasebet yolu bulup, onlarla münasebete geçme ve onların da size ulaşmasını sağlamaya çalışma takdir edilecek bir davranıştır.

Güzellikleri Takdimde Kuyumcu Hassasiyeti

Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına dağılan sevgi ve hoşgörü kahramanları, değişik kültür ortamlarında yetişmiş insanlarla karşılaşmakta ve iletişime geçmektedirler. Onların, iletişime geçtikleri muhataplarını önceden iyi okumaları gerekmektedir. İlk önce muhatabın dünya görüşü, inancı, karakteri gibi hususlar hakkında bilgi sahibi olunmalı, söylenilecek sözlere karşı nasıl tepki verebileceği iyi hesap edilmeli, daha sonra söze başlanmalıdır.

Fakat bu noktada da hassas olunması gereken diğer bir husus da, muhatabın ruhuna girebilme ve ona şirin görünebilme adına Usûlüddin’e aykırı hareket edilmemesidir. Meselâ bir dinin veya din şeklindeki bir organizasyonun müntesibiyle muhatap olduğumuzda, eğer Kur’ân ve Sünnet, onun kutsal gördüğü din büyüğü hakkında herhangi bir beyanda bulunmamışsa, bizim ifade ve beyanlarımız da o çerçevede olmalıdır. Fakat Kur’ân’ın, Hazreti Musa, Hazreti Dâvud, Hazreti Süleyman, Hazreti İbrahim, Hazreti Yahya, Hazreti İsa (aleyhimüsselâm) gibi bir kısım peygamberlerle ilgili yaklaşımlarını veya Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlerle ilgili bir kısım mütalâa ve mülâhazalarını nakletmek suretiyle ruhumuzun ilhamlarını aktarabileceğimiz bir zemine kapı aralayabiliriz. Meselâ bir sahabî efendimizle bir Yahudi arasındaki “Hazreti Musa mı üstündü, Efendimiz mi üstün?” münakaşasında, sahabî, Yahudi’ye bir tokat vuruyor. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Beni, Musa İbn İmran’a tercih etmeyin! Haşr u neşir olduğunda onu arşın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum, daha önce yaşadığı (Tur’daki tecellî neticesinde meydana gelen) baygınlıktan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi haşroldu?” (Buhârî, husûmât 1, enbiyâ 31, rikak 43, tevhîd 31; Müslim, fezâil 157) buyurmuştur. Bununla Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in, ülü’l-azm bir peygamber karşısındaki tevazu ve kemal-i faziletini ifade edebiliriz. Burada başka bir husus da başkalarının damarlarına basmamak suretiyle onları tepki ve reaksiyona sevk etmemeli; Müslümanlığı küçük ve basit gösterecek her türlü tavır ve davranıştan da şiddetle kaçınmalıyız. Bu konuda Usûlüddin esaslarına bağlı kalmak için, siyer felsefesinin ve sahabe efendilerimizin takip ettiği yol ve yöntemin çok iyi bilinmesi gerekmektedir.

Evet, günümüzün hizmet erlerinin Kur’ân’ı ve onun şerh ve haşiyesi diyebileceğimiz Sünnet’i çok iyi bilmeleri gerekir. Bu iki kudsî kaynağın ve onların ortaya koyduğu temel disiplinlerin bilinmesi adına seminerler düzenlenmeli ve insanların bu konuda iyi yetişmeleri sağlanmalıdır. Yoksa insanlara din anlatacağız diye kimi zaman bir kısım hoyratlıklara girilebilir, kimi zaman da Usûlüddin’e muhalif bir kısım yanlışlıklara düşülebilir.

Eskiden hak ve hakikate tercüman olmaya çalışanlar, içlerindeki muhasebe duygusunu canlı tutmak için, karşılaştıklarında birbirlerine, “Kaç insanın katilisin?” diye sorarlarmış. Yani, kaç insan senin atmosferine girdi de senin densizliğin yüzünden dinden uzaklaştı? Başkalarının katili olmamak için, öz beynimizi burnumuzdan kusmalı, bir yolunu yöntemini bulmalı, asla usûl ve üslûpta hata yapmamalı ve muhataplarımıza sunacağımız hakikatleri en imrendirici bir şekilde takdim etmeye çalışmalıyız.

Yarım Hekim Can, Yarım Âlim Din Götürür

Usûl ve üslûp bilmeyen, Kur’ân’ın temel disiplinlerinden, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajından habersiz olan, selef-i salihîni doğru okuyamayan bir insan ister postnişin, ister irşad makamında görünen bir mürşid, isterse etrafında insanların halkalandığı bir şeyh olsun, onun, her zaman değişik oyun ve aldatmalarıyla şeytanın güdümüne girmesi mümkündür. Şeytan, böyle bir kişiye bazen harikulâdeden bazı şeyler göstermek, bazen de kulağına bir kısım sesler fısıldamak suretiyle bir tane doğrunun yanında ona on tane yanlışı kabul ettirebilir ve farklı inhiraflara sürükleyebilir.

Hâlbuki Usûlüddin’i bilen bir insan, vahiyle müeyyed olmadığının farkındadır. O, kulağına fısıldanan, gözüne aksettirilen, kalbine duyurulan veya ihsaslarına seslenen bir şeyi, Kitap ve Sünnet ile test etmesi gerektiğini bilir. Eğer bu şey, Allah’ın kelâmına, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnet-i sahihasına veya selef-i salihînin bu iki kaynaktan hareketle ortaya koydukları esaslara uygun düşüyorsa “baş göz üstüne” der, minnet ve şükür duygularıyla onu kabul eder. Aksi takdirde bunların hiçbirisine itibar etmez. Bu açıdan Usûlüddin’i bilmeyen insanların mürşid postuna oturmaları tehlikelidir. Nitekim Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri’ne göre İslâmî ilimlerden icazet almayan bir insana irşad vazifesi verilmez. Yani bu kişinin, sarf, nahiv ve maânî gibi âlet ilimlerini ve aynı zamanda Fıkıh, Usûl-ü Fıkıh, Tefsir, Usûl-ü Tefsir, Hadis, Usûl-ü Hadis, Kelâm ve Usûlüddin gibi İslâmî ilimleri bilmesi gerekir.

Önceki dönemlerde hak ve hakikate tercüman olması için kendisine hilâfet verilecek kişilerde bu şartlar aranmış, âlim olmayan kimselere irşad vazifesi verilmemiştir. Günümüze gelindiğinde ise gelenekten tevarüs edilen tekke ve zaviye müesseselerini devam ettirme ve bu müesseseler etrafında toplanmış olan insanları kaçırmama gibi mülâhazalar, dinî ilimlerde mütebahhir olmayan ve yetkinliği de bulunmayan nâehil kimselere hilâfet verilmesine sebebiyet vermiştir. Bunun ise baytarın eline bıçak verip kalb hastası bir insanı baypas yaptırmaktan farkı yoktur. Halk arasında yaygın olan ifadesiyle söyleyecek olursak, “Yarım hekim can, yarım âlim din götürür”.

Bu itibarladır ki günümüzde irşad vazifesi yapmak isteyenlerin İslâmî ilimlerde donanımlı hâle gelmeleri, Usûlüddin’i ve Usûl-ü Fıkh’ı iyi bilmeleri son derece önemlidir. Yoksa onlar, insanları irşad edeceğiz ve doğru yola çağıracağız diye yola çıksalar da, hiç farkına varmadan bir sürü hata ve yanlışlık içine girebilirler.

Niyazî-i Mısrî’nin bir sözünü hatırlatarak konuyu noktalamış olalım:

“Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,

Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…”