Bir Kez Daha Vifak ve İttifak

Bir Kez Daha Vifak ve İttifak
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin umumî bir felâkete uğramaması ve mütemadi olarak başkalarının hâkimiyeti altında kalmaması için yaptığı duaların kabul edildiğini fakat ümmetinin ihtilâf ve iftiraka düşmemesi ile alâkalı duasının kabul buyrulmadığını ifade etmiştir. (Tirmizî, fiten 14; İbn Mâce, fiten, 9) Zikredilen hususlar arasındaki ortak nokta ve bunların verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin ibret almaları adına pek çok peygamber kıssasına yer vermiştir. Bu kıssalarda ifade edilen önemli hususlardan birisi de irşat için gönderilmiş olan peygamberlere iman etmeyen kavimlerin helâk edilmiş olmalarıdır. İnkârda ve zulümde temerrüt gösterdiklerinden dolayı Hazreti Nuh’un kavmi umumî bir tufanla (Bkz.: Ankebût sûresi, 29/14), Hazreti Hûd’un kavmi uğursuz bir kasırgayla (Bkz.: A’râf sûresi, 7/71), Hazreti Salih’in kavmi korkunç bir sayha ile helâk edilmiş (Bkz.: Kamer sûresi, 54/31), Sodom ve Gomore halkının ise altı üstüne getirilmiştir.

Zikredilen bu kavimlere gelen ilâhî afetler belli bir coğrafyaya münhasır olarak mı geliyordu yoksa helâk, yeryüzündeki bütün insanlığı içine alacak şekilde mi gerçekleşiyordu, bilemiyoruz. Fakat Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) önce gelen peygamberlerin sadece belirli bir kavme gönderildikleri göz önünde bulundurulduğunda her bir kavme gelen helâkın onların yaşamış olduğu coğrafyayla sınırlı kalmış olabileceğini söyleyebiliriz. Eğer böyle ise, kendilerine gönderilen peygambere inanmayıp küfür ve zulümde ısrar eden insanların tamamı helâk edilmiş olsa da, gelen helâk o kavme münhasır olacaktır. Fakat Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bütün insanlığa gönderildiğinden dolayı (Bkz.: Sebe sûresi, 34/28), O’nun davetine icabet etmeyip inkâr ve zulümde inat edenlerin umumu -sünnetullah gereğince- helâka maruz kalacaktı.

Kabul Görmüş Dua

İşte bu sebepledir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’in böyle umumî bir felâket ve helâka uğramaması adına Allah’a dua etmiştir. وَمَا كَانَ اللهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ “Sen, onların içlerinde olduğun sürece, Allah onları helâk etmeyecektir. Onlar istiğfar ettikleri sürece de Allah onları helâk etmeyecektir.” (Enfâl sûresi, 8/33) âyet-i kerimesi O’nun duasının kabul edildiğini göstermektedir.

Malûm olduğu üzere Efendimiz’e ait olan nebevî hususiyetlere hususiyet-i Muhammediye denilmektedir. Buna göre Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatlarını ümmet-i Muhammed’in içinde geçirdiği ve onların başında bulunduğu sürece, geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başına gelen helâk onlara gelmeyecektir. Âyetin zâhirî mânâsına göre bu hakikat müsellemdir. İşarî tefsir açısından âyetten şöyle bir mânâ da anlaşılabilir: Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerin gönüllerinde yaşadığı sürece, Allah (celle celâluhu), onları geçmiş kavimleri cezalandırdığı gibi cezalandırmayacak, altlarını üstlerine getirmeyecektir. Eğer mü’minlerin arasında sağlam bir Muhammedî ruh varsa, Allah Teâlâ, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayat-ı seniyyelerinde ümmet-i Muhammedi bağışladığı gibi, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da kıyamet gününe kadar ümmet-i Muhammedi bağışlayacak, sıyanet, riayet ve hıfz buyuracaktır.

Âyetin devamında ayrıca mü’minlerin helâktan muhafaza buyrulmalarının bir vesilesinin de istiğfar etmeleriyle gerçekleşeceği beyan buyrulmuştur. Ümmet-i Muhammed, hata ve günahlarından sonra hemen doğrulup istiğfar ediyorlarsa, Allah (celle celâluhu) onları yukarıdan, aşağıdan, sağdan ve soldan gelecek musibetlerden muhafaza buyuracak, onların altlarını üstlerine getirmeyecektir. Hâsılı, Allah (celle celâluhu), Efendimiz’in ümmet-i Muhammed hakkındaki umumî helâk edilmemesi duasına icabet buyurmuş, Kur’ân, bu hakikati dile getirmiş, tarih de bunu açık bir şekilde göz önüne sermiştir.

Tarihî Devr-i Daimlerde Geçici Esaretler

İkinci olarak; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanların ilelebet sömürücü bir devletin işgali altında kalmaması adına duası kabul edilmiştir. Demek ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) gaybbîn gözüyle bazen mü’minlerin işgal altında kalacaklarını fakat bunun ilelebet devam etmeyeceğini görmüştür. Nitekim hayat-ı seniyyelerinden dört beş asır sonra Müslümanlar peşi peşine Haçlı seferlerine maruz kalmış, ardından da Moğollar gelmiş, hilâfet pay-i tahtının bulunduğu Bağdat’ı işgal etmişlerdir. Fakat bunların hiçbirisi kalıcı olmamıştır. Ne Haçlıların, ne Moğolların, ne de daha sonraki zalim ve mütecavizlerin işgalleri kalıcı olmuş, bir gün gelmiş Allah’ın izni ve inayetiyle hepsi sona ermiştir.

Âlem-i İslâm’ı çok ciddî meşgul eden Haçlıların kimisi Alparslan’a, kimisi Melikşah’a, kimisi Kılıçarslan’a, kimisi de Selahaddin’e toslamış, tersyüz olmuş ve geldikleri gibi gitmişlerdir. Daha sonra Allah (celle celâluhu), Selçukluları güçlendirmiş, onlara iki asra yakın İslâm’ın kaderiyle alâkalı çok önemli bir misyonu eda etme fırsatı vermiştir.

Selçukluların tesirsiz hâle geldikleri, Babaî isyanlarıyla bütün bütün felç oldukları, güneşlerinin gurup etmeye yaklaştığı dönemde ise, Söğüt’ün bağrında âdeta bir tırtılın metamorfoz yaşayarak kelebeğe dönüşmesi gibi yeni bir oluşum bütün âfâk-ı âlemde arz-ı endam etmiştir. Evet Osmanlı, âlem-i İslâm’ın kuzeyinde İslâm dünyasının karakolculuğunu yapmış, onu korumuştur. Mâlik bin Nebi’nin ifadesiyle, eğer İslâm dünyasının şimalinde Osmanlı olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. İnsanlık tarihinde dört asır boyunca bir devleti kıvamında götürme, ne Romalılara, ne Çinlilere, ne Hintlilere, ne de başka bir millete nasip olmuştur.

Günümüzde ise İslâm dünyası daha farklı bir çerçevede yine işgaller yaşamaktadır. Eskiden kaba kuvvet kullanarak gerçekleştirilen işgaller, bugün İslâm dünyasının içindeki piyonlar vasıtasıyla yapılıyor. Müslüman coğrafyası, bu piyonlar eliyle sevk ve idare ediliyor. Müslümanlar arasından karakter itibarıyla başkalarının emeline hizmet etmeye müsait tiranlar seçiliyor, onlar sayesinde İslâm dünyası vesayet altında tutuluyor.

Ama şimdiye kadar tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hep aynı şeyler yaşandığı gibi, inşaallah, bundan sonra da millet her yönüyle bağımsızlığını elde edecek, tiranlar dönemi bitecektir. Kim bilir hangi karıncalar yeniden bir kere daha firavunların saraylarını yerle bir edecek, hangi sivri sinekler nemrutları yerlere serecektir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda Cenâb-ı Hak’tan dilekte bulunmuş, Cenâb-ı Hak da O’nun bu dileğine icabet etmiş, “Senin ümmetini ebedî olarak işgale maruz bırakmayacağım.” müjdesini vermiştir.

İftirakın Kaynağı: Beşerî Boşluklar

Son olarak İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaybbîn gözüyle, engin ufku ve fetanetiyle insanlardaki hırs, tama, haset, rekâbet, şöhret hissi, makam sevgisi, kendisinden bahsedilme, parmakla gösterilme arzusu gibi duyguların onları bölüp parçalayacağını ve birbiriyle yaka paça hâline getireceğini görmüş, ümmetini böyle bir tehlikeden koruması adına Cenâb-ı Hakk’a yalvarmıştır. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duasına olumlu cevap verilmemiştir.

Çünkü bu husus, doğrudan doğruya insanların iradeleriyle üstesinden gelmeleri gereken bir meseledir. Cenâb-ı Hak, Nebiler Nebisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasını bütün bütün reddetmese de, “Hayır! Onları birbirine düşürecek, birbirleriyle yaka paça hâline getireceğim.” buyurmasa da onların birlik içinde yaşamalarını iradelerine havale etmiştir. Zira Allah (celle celâluhu), insanları -bağışlayın- hayvan yaratmamış, yan yana koyduğunuzda olduğu yerde duracak ağaç yaratmamış, bilâkis insan yaratmak suretiyle onlara irade bahşetmiştir. Dolayısıyla insan, iradesinin hakkını vererek sahip olduğu haset, kin, nefret, gayz ve çekememezlik gibi menfi duygularla sürekli mücadele etmelidir ki terakki edebilsin. Farklı bir ifadeyle, vifak ve ittifakın sağlanması meselesi ümmet-i Muhammed’e ekstradan bir armağan olarak verilmemiştir. Bilâkis Yüce Allah bu konudaki tevfikini, şart-ı âdi planında onların iradelerini ortaya koymalarına bağlamıştır.

Bu itibarla eğer mü’minler, birbirleriyle anlaşmak, uzlaşmak ve kucaklaşmak istiyorlarsa, Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Hazreti Mevlâna, Yunus Emre ve Hazreti Pîr gibi herkese kucak açmalı, şahsî hakları itibarıyla dövene elsiz, sövene dilsiz olmalı, gönüllerini kıranlara da gönülsüz davranmalı; vifak ve ittifaka giden yolu her zaman açık tutmalıdırlar. Onlar, iradelerinin hakkını vererek buna muvaffak oldukları takdirde bu dünyada birlik ve beraberlik tesis etmiş olacaklar; ahirette ise Cenâb-ı Hakk’ın sürpriz lütuflarıyla karşılaşacaklardır. Onların burada ortaya koydukları böyle bir cehd ve gayretin ötede geriye dönüşü çok farklı olacaktır.

Rampadaki Füze Gibi…

Nasıl ki gayrimeşru şehvet hisleri karşısında insanın, iradesinin hakkını vermesi onu bir iffet abidesine dönüştürüyor; başkalarına verilen güzellikler karşısında kişinin hasede düşmemesi, hırs göstermemesi onu bir istiğna kahramanı hâline getiriyor; aynen öyle de vifak ve ittifakın sağlanması için insanın, iradesinin hakkını verip kendisine rağmen yaşaması onu bir fazilet âbidesi hâline getirecektir.

Evet birileri, mü’min olduklarını iddia etmelerine rağmen size akıl almaz kötülükler yapabilirler. Yürüdüğünüz yollara taşlar, dikenler atabilirler. Yollarınızı yürünmez hâle getirip, yürüdüğünüz istikametteki köprüleri yıkabilirler. Sizi toplumdan bütün bütün tecrit etmek isteyebilirler. Ama eğer siz, vifak ve ittifak hatırına birer fazilet âbidesi olmaya namzetseniz, bütün bunları görmezden gelmeli, “Bu da geçer yâ Hû!” deyip yolunuza devam etmelisiniz. Yürüdüğünüz yollardaki köprüler yıkıldığında, başka bir yerde kendinize ipten tahtadan yeni köprüler kurmalı; ayrılığı kendilerine şiar edinmişlere rağmen ayrılığa düşmeden Allah’ın izni ve inayetiyle yürüyüşünüze devam etmelisiniz.

Bir gün gelecek size bütün bu kötülükleri yapanlardan bazıları, pişman olacaklardır. Pişman olarak geldikleri zaman onların, sizi durduğunuz yerde bulmaları çok önemlidir. Hatta onlar, itizarda bulunduklarında size düşen orada ayrı bir centilmenlik sergilemek, “Estağfirullah! Bizim bunlardan haberimiz yok. Biz, sizi hep yanımızda hissettik.” demektir.

Hâlbuki onlar, kıskançlık ve hasetle sizden kilometrelerce uzağa savrulmuşlardı. Hakkınızda, “Hareketin önünü kesin. Hayat hakkı tanımayın. Onların hakkından gelin.” gibi laflar ediyorlardı. Hem de bütün bu zulümleri irtikâp ederken onların ciddî ve makul hiçbir gerekçeleri yoktu. Bilâkis onları buna sevk eden saik, rekâbet hissiydi, kıskançlıktı, hasetti. En masumlarında bile bir hiss-i tenâfüs vardı. Kendilerine göre alan bölmeye, bölüşmeye çalışıyorlardı. İşte bir hak yolcusunun bütün bunları görmezlikten gelerek, sanki yokmuş gibi kabul ederek hep durduğu yerde durması onun adına çok büyük bir fazilettir.

Beşer Tabiatını Doğru Okuma

Öte yandan vifak ve ittifakın her zaman muhafaza edilemeyeceği, insanlar arasında bir kısım ihtilâfların her zaman için söz konusu olabileceği unutulmamalıdır. Çünkü insan, tabiatı itibarıyla buna açık yaratılmıştır. Dolayısıyla biz, şahsımız adına vifak ve ittifakın temini için sürekli en yüce gaye peşinde koşsak da içinde bulunduğumuz şartlar itibarıyla hiç beklemediğimiz tavır ve davranışlarla karşılaşabileceğimiz bir realite olarak kabul edilmelidir ki ciğersuz hâdiselerle karşı karşıya geldiğimizde derin hayal kırıklıklarıyla ümidimizi kaybetmeyelim.

Bazıları birlik ve beraberlik ruhunun korunması adına, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz gibi hareket ederek çevresiyle sımsıkı kardeşlik bağları kurabilir; kurşun gibi sapasağlam bir yapı hâline gelebilirler. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında yer alan sahabe-i kiram efendilerimiz arasında böyle bir vifak ve ittifak oluşmuştu. Hazreti Pîr’in etrafında ilk safı teşkil eden talebelerinde de zılliyet planında bunu görebilirsiniz. Fakat daha sonraki dönemlerde farklı anlayışlar, farklı felsefî telakkiler işin içine karıştığından dolayı aynı saffetin korunduğu söylenemez.

Evet, her insanda bir kısım zaaflar olabilir. Bazıları, içinde bulundukları heyetin genel ahengini bozacak bir kısım tavır ve davranışlara girebilirler. Bazıları, umumî ahengi zedeleyecek bir kısım hata ve günahlar irtikâp edebilirler. Bazıları, bir buz parçası gibi olan enaniyetlerini eritip bir ve bütün olma şuurunu yakalayamayabilirler. Bütün bunlar karşısında bize düşen de vicdan enginliğiyle meseleleri değerlendirmek, şahısların hata ve kusurlarına öfkelenip onları kendimizden uzaklaştırmamak, aksine onları kazanmaya çalışmak, ıslah gayreti içinde bulunmak ve böylece emanetimize aldığımız bu işi güven içinde götürebildiğimiz yere kadar götürmektir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede, mü’minlere kötülüğü iyilikle savmaları, affedici ve müsamahakâr olmaları emredilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ın bize telkin buyurduğu bu disiplinlere bağlı hareket etmeli, elden geldiğince kusurları görmemeliyiz. Aksi takdirde çoklarını ürkütür ve kaçırırız. Bu da Hak rızası yolunda yapmaya çalıştığımız güzel faaliyetlere zarar verir. Evet, eğer vifak ve ittifakı korumak istiyorsak, hiç kimseyi hata ve kusurlarından dolayı hemen kaldırıp bir kenara atmamalı, bilâkis herkesin kalbine ulaşacak yollar aramalı, bulmalı ve şefkatle bağrımıza basıp ıslahlarına çalışmalıyız.