Canlı ve Zinde Kalabilmek

Canlı ve Zinde Kalabilmek
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Cenâb-ı Allah’ın küllî iradesinin bitki ve hayvanlardaki
bir tür tecellîsi olan tabiî insiyaklara (sevklere)
mukâbil âdemoğluna cüz’î irade verilmiştir. Onun yönelişleri
hep iradî olmalıdır. İnsanın dinî hayat adına canlı
ve zinde kalması, şevk ve heyecanını yitirmemesi de
herşeyden önce iradesine bağlıdır. Yani onun, iradesini
kullanarak “Şu kadar evrâd-u ezkâr okumalıyım; benim
canlılığım başkalarını hayata kavuşturmaya bağlı olduğuna
göre, sürekli Hızır gibi koşup dört bir tarafa hayat
üflemeliyim” demesi ve bu istikamette yaşaması lazımdır.
İnsan kendi nefsiyle başbaşa kalır, iradesinin hakkını
vermezse hiç olmayacak hobiler içine girer ve dini
bir kültür olarak yaşamaya başlar. Atalarından tevarüs
ettiği (miras yoluyla aldığı) bir kültür gibi “bizim
namaz, bizim zekat” deyip onları hafife alma gibi
bir lâubaliliğe düşer; ibadetleri vicdanında derinlemesine
duyarak eda edemez. Eğer bir mü’min “Allahım, sabah
namazını kaçırmaktansa emanetini al.. bu gün sabah
namazını kaçırmış bir münafık olarak bu güneşten istifâde
etmeyi düşünmüyorum.” diyecek kadar kulluk vazifesinde
hassas davranmıyor, bu yakarışı içinde derince duymuyorsa;
din, onun için sadece bir kültür manasına geliyor
demektir. Maalesef bugün din, Arap aleminde de, Türk
dünyasında da kültür olarak tevarüs edilen gelenekler
görenekler gibi şuursuzca yaşanmaktadır.

İnsanın, dinî vecîbelerini şuurluca eda edebilmesi
kendi ısrarına, kendi gayretine bağlıdır. İbadet u
tâat, tabiatının bir yanı haline gelince insan biraz
rahatlar; ama yine de dinî hayat açısından solmama,
renk atmama ve zinde kalma irade ister, niyet ve azim
ister. Mesela, sürekli başkalarının uhrevî hayatı
adına projeler ortaya koymak aynı zamanda bizim canlı
kalmamızın da şartıdır. Başkalarının ebedî kurtuluşuyla
uğraşmayan insanın burada canlı kalması ve ötede de
kurtulması çok zordur. Öyleyse, acaba biz her fırsatta
bir kaç arkadaşımızla müzakereye girip kalb hayatımız
için hava ve su kadar ehemmiyetli meseleleri mütalaa
ediyor muyuz? İslam’ın hayat bahşeden mesajına muhtaç
birkaç insana bir şeyler anlatma gayreti var mı içimizde
ve bu uğurda her gün bir şeyler ortaya koyuyor muyuz?
Oysa, “Ne yapsam da şu insanların ruhuna girip Rabbimi
onlara duyursam.” duygusunda olmayan bir mü’minin
pörsüyüp solması mukadderdir.

Dinî şevk ve heyecanımızın devamı için evrâd-u ezkâr
çok önemlidir. “Ey bizim Kerîm Rabbimiz, bizi hidayete
erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma.” şeklindeki
Kur’an-ı Kerîm’den, Peygamber Efendimiz’den ve selef-i
salihînden öğrendiğimiz duaları devamlı tekrar etme
ve ayaklarımızın kaymaması hususunda Cenab-ı Hakk’a
sığınma diğer bir önemli faktördür. Kalbin istikameti
için kavlî, fiili ve hâlî ciddi bir gayret içinde
olmak; inhiraflara, sürçüp düşmelere karşı daima temkin
ve teyakkuzda bulunmak lazımdır. Üstad Hazretleri
Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine
konan mânevî cihâzât ve lâtifelerin faklılığından;
bâzılarının dünyâyı yutsa doymayacağı; bâzılarının
da bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından
bahsediyor. Başın bir batman taşı kaldırdığı halde,
gözün bir saçı bile kaldıramadığı gibi; bazı lâtifelerin,
bir saç kadar bir sıklete, yâni gaflet ve dalâletten
gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor
ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan
kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a,
bir işâret ve bir öpmekte batma!” diyor.

Evet, bazen bir lokma, bir dâne, bir öpme ya da bir
bakma insanı batırabilir. Bazen bir bilgisayar ekranı,
bir telefon âhizesi kalbin ölümüne sebep olur da insan
farkına varamaz.. Meşrû dairedeki lezzetler keyfe
kâfî iken ve gayr-i meşrû dairede, bir zevk içinde
binlerce elem bulunuyorken bu hakîkati görmezlikten
gelme kalbi ölüme sürükler. Bazen şahsın içinden gelmeyen,
riyakarca bir kelime onu manen öldürür. Riyakarca
ağlama, “desinler”e gülme, “görsünler” düşüncesiyle
bir davranışta bulunma kalb ve ruhu felakete sürükler.
Hak edilmeyen haram bir lokma, o lokmayı yiyenin gönül
dünyasını mahveden bir zehir oluverir. Kendi hakkı
olmayan bir yerde, bir başkasının seccadesinde izinsiz
namaz kılmak bile kalb binasının bir tuğlasını düşürebilir.
Öyleyse, pörsümekten, renk atmaktan korkanların bunlara
dikkat etmeleri zarurîdir. Bu kadar dikkatli yaşamayan
bir insan İslam adına sürekli bir heyecan yaşamıyorsa,
sadece nefsini levmetmeli; yorgunluk ve bitkinliğinin
sebeplerini, ihmal ettiği bu hususlarda aramalıdır.
Kur’an’ın ifadesiyle, şeytan bile; “Fe lâ telûmûnî
ve lûmû enfüseküm – Beni ayıplamayın, kendi nefsinizi
kınayın.” diyor. Yani, “Herşeyi bana atfederek beni
suçlayacağınıza kendi nefsinizi levmedin. Benim istediklerimi
size yaptıracak bir gücüm yoktu. Ben sizi sadece çağırdım;
siz de hemen çağrıma icabet ettiniz. Siz kendinizi
ayıplayın.” diyor.

Evet, insanda bazı lâtifeler vardır ki, bir ihmal
ya da hata neticesi sönebilir. Söndükten sonra tekrar
dirilirler mi bilemeyeceğim. Bazen “Kellâ bel râne
alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn – Hayır, gerçek şu
ki, yapageldikleri kötü işler onların kalblerini paslandırmıştır.”
hakîkati tecellî eder de kalb mühürlenir. O zaman
bu lâtifeler hiç dirilmez. Ve şayet onlar insanın
solmaması, renk atmaması, aşk ve heyecanını koruması
için birer esas ise, insan o dinamikleri kendi içinde
öldürmüş olur. Bir kere büyük günah işleyen bir adam
-hafizanallah- bir yönüyle bir kolu, bir ayağı felçli
gibi olur. Hayat boyu seke seke, kolunu sallaya sallaya
dolaşmaya mahkum hale gelir. Bir kafir müslümanlığa
girdiğinde iman, küfre ait herşeyi siler, süpürür
ve temizler. Fakat imanlı yaşayan bir insanın bu türlü
hataları yapması harem dairesinde hata etme demektir.
Dolayısıyla bu hizmetin yüksek kulesinin başından
düşen de düz zemine düşmez; onun derin bir kuyuya
düşme ihtimali vardır. “Bi hasebi’l mağnem, el mağrem”
kaidesince ne kadar ganimete mazhar isen o meselenin
o kadar ceremesi olur. Müslüman olmamız hasebiyle,
bizim belki pek çok mazhariyetimiz vardır. Bu mazhariyetler
şükür ister. O mazhariyet şayet bir “konum”sa ona
göre bir duruş ister. O konumun gereğini yapamazsak
sukût olur. Sukûtun en hafifi de renk atmak, matlaşmak,
bütün şevkini kaybetmek; başlangıçtaki heyecanı duyamamaktır.

Cenab-ı Hak, “Evfû bi ahdî ûfi bi ahdiküm – Bana
verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size karşı ahdimi
yerine getireyim, va’dettiklerimi vereyim.” buyuruyor.
Allah (celle celâluhû) bizimle mukaddes bir anlaşma
yapmıştır. Ne talihliliktir ki, bizi anlaşmaya, sözleşmeye
muhatap kılmıştır. İman, o muahede (anlaşma) de zımnî
bir imzadır; Allah’la aramızdaki mukaveleye “evet”
demektir. Yüce Allah bu muahedeyi asla bozmaz. Sözünde
durmama tek yanlıdır ve biz kullara aittir. Biz verdiğimiz
sözde vefalı olduğumuz müddetçe O bizi yalnız bırakacak,
sürüm sürüm süründürecek değildir. Sürüm sürüm olmanın
ilk alâmeti de matlaşma, renk atma ve heyecan kaybetmedir.
Bu durum bizde varsa, biz va’de vefalı olmamışız;
O da bizi nimetlerinden mahrum bırakmış demektir.

Sözde durmamanın alâmetleri vardır. Nefsiyle alâkalı
bir meselede kalbi duracak gibi olan ama Allah, Peygamber
ve din ile ilgili hususlarda hiç heyecanlanmayan bir
insan va’dini unutmuş; öne çıkarması, öncelik vermesi
gereken hususları arkaya atmış demektir. Allah’ın
inkar edilmesi, Peygamber’e sövülmesi karşısında kalbi
duracak gibi olmayan bir mü’minin, putlaştırdığı nefsine
azıcık ilişildiğinde heyecanından çatlayacak hale
gelmesi, va’dinden dönme ve açık bir nifak alameti
değil midir? Şahsına ait bir meseleden, izzetini,
gururunu kıracak bir ilişmeden dolayı “kan kustum”
diyor ve fakat Allah’ın inkar edildiği, Peygamber’in
tanınmadığı bir yerde aynı hisleri yaşamıyorsa bu
durumda bir yanlışlık yok mudur? Evet, solma, matlaşma
bize aittir; -Hâşâ- onu Allah’tan bilmek asla doğru
değildir. İnsan, ülfete karşı savaşmalı; ünsiyetle
yaka paça olmalıdır. Hobiler yaşamaya değil; sorumluluğunu
duymaya ve kendisine tevdî edilen vazifeyi temsil
etmeye çalışmalıdır.

Bu hususta, birbirimize çok dua etmeliyiz; “Allah
vefa, sadakat ve ihlâsla bu işe sonuna kadar omuz
vermeye bizi muvaffak kılsın!” demeliyiz. Bu şekilde,
dost ve arkadaşlara, umum müslümanlara bizahri’l-gayb
(gıyabında) dua etmek dine karşı çok ciddi bir vefa
emaresidir. Ben günde en az beş vakit, uzağıyla yakınıyla,
dostlarıma dua ediyor; onlar için Cenab-ı Hak’tan
ihlâs, samimiyet, vefa, marifet ve yakîn.. istemeyi
bir borç biliyorum.

Ferdî günahlar da bir ahit bozma ve Rabb’e karşı
vefasızlıktır. Fakat, fert günah işler, sonra tevbe
eder; Allah onu affedebilir. Ama asıl sözünde durmama,
dinin ruhuna vefasızlıktır.. hiçbir beklentiye girmeden
Allah’ı başkalarına anlatma gayesine vefasızlıktır..
Nesimî edasıyla,

“Bir bîçare aşığım ey Yâr senden
dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar,
Başıma erre koy neccâr Senden dönmezem.
Ger beni yandırsalar, külüm oddan kavursalar
Toprağımı savursalar, Settâr Senden dönmezem”
duygusuna
ihanettir.

Erzurumlu Sümmânî’nin bir sözünü çok tekrar etmişimdir;
Azerî ağzıyla; “Ezelden hudbînim elif-i bâya / Hak
kulun emeğin vermesin zâya / Bir can borçluydum Bâr-ı
Hüda’ya / Vermek için can kurbana geliftim.” der.
İşte insan, “Cenab-ı Hakk’a bir can borcum var” demeli;
O’ndan gelen herşeyi memnuniyetle karşılamalı ve o
borcu ödeyeceği ana kadar sadık bir kul ve köle olarak
yaşamalıdır. Adanmış ruh, daima emre âmâde ve elleri
göğsünde durarak O’ndan çıkacak fermanı beklemeli;
nereye yürü dendiyse arkaya bakmadan oraya gitmelidir.

Üstad Hazretleri bu konuda da çok basiretlidir. Her
şeyde vech-i rahmet görüyor. Kastamonu’ya sürüyorlar
vech-i rahmet, Barla’ya sürüyorlar vech-i rahmet..
Emirdağ, Denizli, Isparta.. hepsini neticesi itibarıyla
hayırlı görüyor ve gerçekten de öyle oluyor. Nereye
düşüyorsa kor gibi düşüyor. O koru sağa sola fırlatmak
suretiyle hakkından geleceklerini zannediyorlar. Oysa,
zaten asıl vazifesi o.. misyonu, düştüğü yerde şûle-feşân
olmak, bir kandil yakıp etrafını aydınlatmak.. orada
nurlar, lem’alar, şuâlar meydana getirmek.. Üstad
bunları samimi, yürekten ve hiç kimseye küsmeden yapıyor;
sonra da: “Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde
tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun.
Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefâlar ve mâruz
kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep
helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba
dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla
mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara,
hepsine hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim
ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim.
Yoksa herkes gibi gayet meşrû ve zararsız olan bir
yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât
hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük
mânevî kuvveti kaybedecektim.” diyor.. diyor ve ehl-i
dünyanın zulmü, kaderin adaleti ve şahsın kendini
sorgulaması üçgeninin birleştiği noktayı gösteriyor.
İşte insan, bu hakîkatı kavradığında hiç kimseyi suçlamayacak;
“Suçlu benim, Allah (celle celâluhû) bana vazife yapma
imkanı verdi; ama ben vazifemin hakkını tam edâ edemedim;
O da bana hicret ve hicranlar yaşatarak adalet etti.
Ehl-i dünya zulmetmişse de onları cezalandıracak ben
değilim. O işin Sahib’i var.” diyecektir.

Evet, bizim eksik ve gediğimiz başımıza gelen herşeyde
bir vech-i rahmet göremeyişimiz, ülfet ve ünsiyet
hastalıklarına karşı irademizin hakkını vererek aşk
u şevkle kulluk vazifemizi gereğince yapamayışımız,
başkalarının zulmünü Âdil-i Mutlak’a havale edip kendi
muhasebemizle meşgul olamayışımız, kendi işimize bakamayışımızdır.
Niçin bizim sesimiz soluğumuz bir iksir gibi ulaştığı
insanları eritmiyor? Neden şu eşsiz güzelliklerle
dolu dinimizi azamî ölçüde temsil edemiyoruz? İşte
bizim derdimiz bu husus olmalıdır.

Şahs-ı Manevî

Daha önce değişik münasebetlerle ifade ettiğim gibi
“Allah’ın eli (bütün o biat edenlerin) hepsinin üzerindedir.”
ayet-i kerîmesi ve Peygamber Efendimiz’in “Cemaatte
rahmet, firkatte azap vardır.”, “Benim ümmetim dalâlet
üzere ittifak etmez.” ve “Allah’ın eli cemaatledir,
cemaatle beraberdir” sözleri gibi ayet ve hadîs-i
şerifler dinî hayat adına cemaatin önemini ifade etmektedir.
Dinimizde toplumla bütünleşme, cemaat halinde yaşama
çok önemlidir. Burada cemaat kavramını sosyolojik
açıdan bir organizasyon ya da teşkîlat olarak değil,
tamamiyle dinî bir terim olarak, ayet ve hadislerde
ifade edilen ve dinimizde büyük önem verilen duyguda,
düşüncede, sevinci ve hüznü paylaşmada bir ve beraber
olan insanların meydana getirdiği şahs-ı mânevî manasına
kullandığımı belirtmeliyim. Evet, bütünleşme, aynı
yönde hareket etme ve aynı istikamete yönelme.. bir
orkestrada belli bir makama ayak uyduran, o ritme
uyan enstrümancıların aynı sesi vermeleri gibi diğer
insanlarla beraber elem duyma, onların sevincini yaşama,
aynı anda “of” çekme, elemleriyle müteellim, neş’eleriyle
mütelezziz olma; kendi mahrumiyetleri karşısında üzülmenin
çok ötesinde bir kardeşinin mahrumiyeti karşısında
“ah keşke ona olmasaydı da bana olsaydı” diyebilme…
işte bu, başkalarının mutluluğuyla mutlu olma ruh
hali İslam’ın müslümanlardan isteyip beklediği bir
vasıftır.

Felçli bir uzvun bir manada bünyeden kopması, ona
kumanda eden beyindeki bir merkezin harap olmasıyla
bünyenin genel işleyişinden ayrılması gibi fert de,
bünye ile bütünleşmeyince toplumun, cemaatın yümün
ve bereketinden istifade edemez. Aslında mü’min bir
cemaat, velayeti temsil eder. Hususiyle bencilliğin
ve enaniyetin çok ileri gittiği bir dönemde kutbiyet
ve gavsiyeti salih mü’minlerden meydana gelen topluluğun
şahs-ı manevîsi temsil eder. Her mü’min, gönlünde
duyduğu intisap ve paylaşma hissine göre o kutbiyet
ve gavsiyette pay sahibi olur. Bir topluluğa gavsiyet
bahşedilse de, fert diğer inananlarla aynı duygu ve
düşüncede değilse, arkadaşları arasında kendini onlardan
herhangi bir insan olarak görmüyorsa o, şahs-ı maneviye
bahşedilen lütuflardan bir nefer kadar dahi istifade
edemez. Her ferdin tek tek, toplumla hakiki manada
bütünleşmesi, kalbinin diğerleriyle beraber atması,
başkalarının heyecanlarını yaşaması, dertleriyle müteellim
olması, kendisi aç kalsa da diğerlerini doyurma gayreti
içinde bulunması lazımdır.

Fertleri bu şekilde birbirine bağlı bir toplulukta
her zaman bir gavsiyet, bir kutbiyet olabilir. Çanakkale’de
şehit olan yiğitlerin her biri velî olabilirler; ama
onlara asıl destan yazdıran şey her birinin kalbî
ve ruhî beraberliğinden hasıl olan şahs-ı manevî ve
o şahs-ı manevînin velayetidir. Öyle bir topluluk,
bela ve musibetlere karşı bir paratoner gibidir. Allahu
Tealâ, “ Rabbin, halkı dürüst hareket eden, hem kendi
nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan
diyarları, haksız yere asla helak etmez”(Hûd, 117)
buyuruyor. Evet, bir milletin içinde hayır düşünceli,
ıslâhçı bir topluluk varsa, Allah o karyeyi, o beldeyi,
o ülkeyi helâk etmez. Allah (celle celaluhû) bütünleşmiş;
bünyan-ı marsûs olmuş; fertleri, ancak balyozla vurup
kırılabilecek bir binanın birbirine girmiş parçaları
haline gelmiş bir milleti ve toplumu felâkete uğratmaz.
Ama milleti meydana getiren fertler böyle ıslahçı
insanlar değillerse öyle insanların akıbetinden korkulur.

Bir velî bütün mazhariyetlere sahip olabilir. Fakat,
o velînin de toplulukla bütünleşmesi, diğer insanlarla
uyum içinde yaşaması lazımdır. Bir cami heyetinden
belediye meclisine kadar heyet diyebileceğimiz üç
beş kişinin bir araya geldiği her beraberlikte şahıslara
düşen vazife; kendisinin çok makul düşünceleri varsa
onu heyete anlatmak, onları ikna etmeye çalışmaktır.
Fikirleri kabul edilmiyorsa bile yine heyetle bütünlüğünü
sımsıkı devam ettirmektir. Makul fikirlerini, fırsat
bulunca tekrar anlatabilir. Hüsn-ü kabul görmezse,
bir nefer gibi yine onlarla beraber yoluna devam eder.
O, toplantıya (mahkemelerin bir teamülü olan) muhalefet
şerhi koyamaz; dışarıda da aleyhte beyanda bulunamaz..
bulunursa gıybet etmiş olur. Ve topluluğun gıybeti
affedilmeyen bir günahtır. Çünkü bir cemaat hakkında
gıybet eden insan, cemaatın ne kadar ferdi varsa teker
teker hepsine haklarını helâl ettirmesi gerekir; yoksa
ahirette yakasını kurtaramaz. Bir cemaatin, bir topluluğun
gıybetini eden, onun şahs-ı manevîsini küçümseyen
ve hafife alan insan çok büyük bir günah işlemiş olur.
Mesela, okul-aile birliği toplantısındaki bir fert,
fikir beyan edecekse toplantı devam ediyorken beyan
etmeli; fikri varsa onu ortaya koymalıdır. Okul-aile
birliği toplantısındaki üyeler onun fikrine hüsn-ü
kabul gösterebilir ama aynı zamanda o fikri beğenmeyebilirler
de. Ortaya koyduğu fikir kabul görmeyen şahıs diğerleri
hakkında “Akılları ermedi, kabul etmediler..” diyemez;
hele aleyhte katiyen konuşamaz. Bunlar dinimizin hassasiyetle
üzerinde durduğu hususlardır ve bunların ihlâli gıybet
veya yerine göre de iftira olur ki, ikisi de çok büyük
günahtır.

Bazen de bazıları kendilerini masum göstererek gıybet
bataklığına dalarlar. Bir fırsatını bulur bulmaz boşalmak
ister, hemen birini yerden yere vururlar. Bunu yaparken
de kendilerini tezkiye eder; “Gönlümde zerre kadar
kötü bir şey yok ama..” gibi sözlerle başlayıp nefislerini
pakladıktan sonra başkaları hakkında demedik laf bırakmazlar.
Bir fırsat daha bulunca bu defa da “falan” hakkında
konuşur, onu devirmeye çalışırlar.. ve bir fırsat
daha derken bakarsınız kendisinden başka herkesi ademe
mahkum etmiş; herkesi devirmiş ve hâlâ “gıybet olmasın
ama” demeye devam ediyor. Bu –bağışlayın– öyle münafıkça
bir gıybettir ki, emsali yoktur ve salih bir kulun,
samimi bir Kur’an talebesinin fersah fersah uzak kalması
gereken bir günahtır. Êvet, dolaylı yoldan, meseleyi
eğerek, bükerek, çarpıtarak; kendisini masum göstererek
gıybet etmek nifakın ta kendisidir.

Evet, bundan sonra esas olan kollektif şuurdur. İçtihat
yapılacaksa da kollektif şuur; hadis yorumlanacak,
Kur’an tefsir edilecekse de takım halinde çalışma
esastır. Milletine hizmet edecek olanlar da, bu kollektif
şuura bağlı hareket edenler olacaktır. Allah’ın rahmeti
onların arasında; nikmet ve azabı da, dâhi bile olsa,
yolu tek başına yürümeye çalışan, kendine yetme duygusuyla
başını alıp bir tarafa gidenlerle beraber olacaktır.

Rüya ve yakazalarda görülen müjdeler de şahıslarla
değil, çoğunlukla şahs-ı manevîyle alakalıdır. Meselâ,
İnsanlığın İftihar Tablosu sizden bir arkadaşa gelir
iltifat eder. Bu rüyada ya da yakazada olabilir. Aslında
o iltifat topluluğa aittir. Hani bir komutan birinci
taburun birinci bölüğünün birinci mangasından bir
tane erin elini tutar, “Arkadaşlar, hepiniz namına
bunun elini sıkıyorum.” der. Herkes, elinin içinde
komutanlarının elinin sıcaklığını hisseder. Aynen
öyle de, rüyadaki iltifat da şahsa değil, şahs-ı manevîye
aittir. Şu kadar var ki, iltifatlar genelde, o topluluğun
içinde kendi nefsini arkadaşları arasında fânî kılan;
artık nefsi hesabına değil de, o topluluk için yaşayan
fedakarlar eliyle geliyor olabilir. Evet, katiyen
bilinmelidir ki, bu asırda şahıs yok, şahs-ı manevî
vardır. Velayet varsa şahs-ı manevînin, kutbiyet varsa
yine şahs-ı manevînindir. Ama bu, şöyle böyle turnikeye
önce girmiş, senelerce millete hizmet etmiş insanları
yok sayacağız demek de değildir. Küçüğün büyüğe saygı
duyması, onun da kendinden küçükleri sevip bağrına
basması inananların şiarıdır.

Vazife yapacak, millete hizmet edecek arkadaşlarımıza
biz kendimiz değer vermezsek, başkaları da onlara
değer vermez; onları biz kabul etmezsek başkaları
da kabul etmez. Erzurumluların çok güzel bir sözü
vardır: “Ziyareti hürmetli eden sahibidir.” derler.
Ben 14-15 yaşlarımdayken, biraz da babamın alışmamı
istemesi sebebiyle Ramazan ayı boyunca köyümüzde vaaz
ettim. Enver isminde çok akıllı, mâneviyâta da açık
olarak tanıdığım bir amcam vardı. Sokakta yürürken
amcam arkamdan yürüyor, önüme geçmemeye dikkat ediyor,
çok saygılı davranıyordu. Bir gün “Amca, dedim, bundan
çok müteessir oluyorum, böyle yapmasanız!” deyince
bana, “Oğlum, dedi, “Ziyareti hürmetli eden sahibidir.
Ben bu saygıyı duymazsam halk seni kabullenmez ki!”

Amcamın, yaşımın küçüklüğüne ve onun yeğeni olmama
rağmen va’z u nasihat etmem hürmetine bana öyle saygılı
davranması hiç hatırımdan çıkmadı. Ben de insanlara
faydalı olacağına inandığım arkadaşlarım için aynı
hususa dikkat etmeye çalıştım. Mesela, Kestanepazarı’ndayken
İmam Hatip Lisesi altıncı sınıfa devam eden bir arkadaşı
Kur’an kursu öğretmeni yaptık. Henüz kendisi talebeydi
ama madem öğretmenlik vazifesi de verildi, ona göre
davranmaya gayret ediyordum. Birgün kurs idarecilerinden
biri “Bizim Abdullah, bizim İsmail” şeklinde konuşurken
ben de “Abdullah Hoca şöyle dedi, Abdullah Hoca böyle
yaptı.” diye bir kaç defa arkadaşı “hoca” olarak zikrettim.
O, “Abdullah Hoca da kim?” dedi. “Ağabey, biz onun
hocalığını kabul etmezsek kimse kabul etmez. Kur’an
kursu öğretmeni yapıyorsunuz, öyleyse bunu kabullenmek
ve ona uygun davranmak gerekir.” dedim.

Ama maalesef bazı şeyler var ki yorum hatasına uğruyor.
Mesela, “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini
takınamaz.” ifadesi çok doğru bir ölçü, altın gibi
bir sözdür. Fakat bu söz karşısında herkesin alacağı
tavır farklı farklı olmalıdır. Hiçbiriniz kendisini
hiç kimseden daha faziletli görmemeli, üstünlük mülahazasına
katiyen girmemelidir. Fakat, arkadaşlarınız ve sizden
küçük olanlar da kendi sorumluluklarını belirlemeli,
gereken saygı ve hürmeti göstermelidir. Size gösterilen
saygının onda birini istemeye hakkınız yoktur, onda
birini isterseniz yüz kat zulüm yapmış olursunuz.
Ama bilmem ki, arkadaşlarınız da şimdi gösterdikleri
hürmetin on katını sergileseler vazifelerini eda etmiş
olurlar mı?

Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve birbirine karıştırılmamalıdır.
Öteden beri geleneklerimizde var bizim; büyüklerimize
hep saygılı davranırız. Ama pâyeler, makamlar, mansıplar..
yoktur mesleğimizde. Hepimiz neferiz; elimizden geldiğince
dinimize ve milletimize hizmet ediyoruz ve durumumuzdan
da hiç müştekî değiliz. İstanbul’un fethini arş-ı
rahmetten ambalajlayıp bana gönderseler kabul etmem.
Bunu –hâşâ– o büyük fatihleri hafife aldığım manasına
değil; mü’minlerden bir mü’min, kullardan bir kul
olmanın kıymet ve lezzetini ifade sadedinde söylüyorum.
Evet, öyle bir teklif karşısında ben, kendi durumumu,
küçük bir köyde bir hocanın oğlu olmayı, küflü binaları,
pencere içlerini, duvar altlarını, minnacık bir kulübeyi,
mağduriyetleri, işkenceleri, azabları, tehcirleri..
evet O’nun benim hakkımdaki tercihlerini tercih ederim.
Çünkü bu işte şahıs yoktur; neferlik vardır.. Üstad’ın
“Said yok” dediği gibi nefisler, enaniyetler, hevâ
ve heveslerin dili yoktur; yalnızca hakîkat konuşmaktadır.
Kimin ne haddi var ki “ben” desin.. Tevhid davasında
şirke girsin.