524. Nağme: Düşüncenin Önündeki Gulyabânîler

524. Nağme: Düşüncenin Önündeki Gulyabânîler

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şunları söyledi:

  Tefekkür, Tezekkür ve Tedebbür Sayesinde Bilineni Kullanarak Bilinmeyenleri Keşfetmek

Meseleleri “tefekkür” süzgecinden geçirerek, “teemmül”e tâbi tutarak, önü-arkası deyip “tedebbür” mülahazasıyla ele alarak, sürekli zorlamalı “yâd” diyebileceğimiz “tezekkür”le onlara bakarak, diyeceğimiz-edeceğimiz şeyleri dersek, her şey yerli yerine oturur ve Allah’ın izniyle bir anlam ifade eder. Bir şeylerin terettüp etmesi de esasen bunlara bağlıdır; “anlam” ifade eden şeylere bir şey terettüp eder; “anlam”sız şeylere, bir şey terettüp etmez. Yağmur yere indiği zaman, toprağın kuvve-i inbâtiyesi varsa şayet, bir şey ifade eder. Kayalar üzerine şakır şakır dökülen yağmur, orada bir tane bile çim meydana getiremez. Gelen şeyin faydalı gelmesi, esasen, onu kabul edecek şeyin, ihsâs, ihtisâs ölçüsünde sindirecek zeminin/ortamın/havanın, o mevzudaki “kabul derinliği”ne bağlıdır. Bunlar da, düşünmeyi çok öne çıkarıyor. Düşünme…

“Düşünme”, vicdânî bir meleke midir, yoksa beynin nöronlarına, korteksine, hipofiz bezine, bilmem ne bezine emanet edilmiş bir husus mudur? Meseleyi menşe ve mebde itibariyle nereye bağlarsanız bağlayınız, esasen her şey biraz “fikir”e dayanıyor, “düşünce”ye dayanıyor.

Bazı şeyler biliyorsa insan, bazı şeyleri duyuyorsa, bazı şeyleri hissediyorsa; o bildiği, duyduğu, hissettiği şeyleri birer basamak yaparak önünde de bir kısım basamakların olduğu mülahazasına binaen ileriye doğru adım atmak… “Bilinen” ile “bilinmeyen”leri keşfetmek; “tefekkür”, ona derler. Okuduğu, temaşa ettiği şeylerden mana çıkararak, onlarda “terkip” ve “tahliller”de bulunarak, yeni yeni bir kısım sonuçlara varmak… Sürekli beyinden bir kısım tayfların yukarıya doğru çıkması ve sürekli onlara bir mukabelenin bulunması.. kendisine yeni yeni ufukların açılması… O düşünmeyi böyle kabul ederseniz şayet, -tabii başkalarının düşüncelerinden de istifade mahfuz- insan sürekli kazanan, ticaret yapıp da kazanan, “bir”leri “bin” eden bir insan haline gelir. Onun için Kur’an-ı Kerim’de âyât-ı beyyinâtın fezlekesi olarak çok yerde geçen kelimeler: “Tezekkür” ve “tefekkür”dür.

Ayrıca, aynı çizgide “tedebbür” kelimesi de أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيرًا ayetinde (Nisa, 82) olduğu gibi geçmektedir: Tedebbür; önü-sonu itibariyle meseleye bakma.. o kelamın keyfiyetine ve ihtiva ettiği manalara dikkat etme.. sonra kendisine inen “Şahıs”ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), eline kalem almayışına, bir satır bir şey yazmayışına ama beyan ettiği şeylerdeki deryalar derinliğine/enginliğine ve o damlada deryanın görünmesi nazar etme… İşte bunlar bir yönüyle mebde-müntehâ itibariyle meseleye “bütüncül bir nazarla bakma” demektir. O zaman, “önyargı”nız yoksa.. şayet bir yönüyle “bencil”liğinize yenik düşmemişseniz.. “taklid”e takılmamışsanız şayet.. “dediğim dedik” falan demiyorsanız… O zaman “sadakte ve berirte” diyeceksiniz: صَدَقْتَ وَبَرِرْتَDoğru söyledin.. Bu söylenen şeyler de doğru!

  Doğru Düşüncenin Önündeki Engeller

Onun içindir ki, doğru düşünmenin, o “tedebbür”ün, o “tezekkür”ün, o “tefekkür”ün önünü kesen “gulyabaniler” olarak öncelikle “önyargı”yı görmek lazım; “yanlış şartlanmışlık”ı görmek lazım; “egoizma”yı görmek lazım, -onu şişirerek daha ileri götürebilirsiniz- “egosantrizma”yı görebilirsiniz. Gulyabanidir bunlar; “doğru düşünme”nin önünü, “düşünmeden daha derin düşünmelere atlama”nın önünü kesecek; o mevzudaki köprüleri yıkacak veya yolları tutacak, sizin önünüzü kesecek, köşe başlarını tutmuş gulyabanilerdir bunlar. “Önyargı”, “şartlanmışlık (olumsuz şeylere)”, “taklit”, “dediğim dedik” düşüncesi… Başkalarının düşüncelerine karşı hor ve hakir bakma, “Ben ne diyorsam, doğru odur!” mülahazası… Düşüncenin canına okuyan, üzerine kezzap döken mel’un mülahazalardır bunlar. O açıdan da bunların hepsinden sıyrılmak, bu gulyabanilerden kurtulmak lazım ki, insan, düşünceleriyle sâlim bir noktaya, bir neticeye varabilsin; yoksa varamaz, mümkün değil…

İkinci bir husus: İnsan, kendi düşüncelerini öne çıkarır, “Benimkiler çok önemli!” filan derse, zannediyorum, kendi sızıntısı içinde bocalayıp durur ve çevresindeki düşünce çağlayanlarından kat’iyyen istifade edemez. Sızıntıyı derya zanneder, çağlayan zanneder; oysaki pozitif-negatif etrafında bir sürü “çağlayan düşünceler” vardır. “Negatif mülahazalar”ın ifade edici, belki onda metafizik gerilime sebebiyet verici yanları vardır; “Pozitif düşünceler”in de onun düşüncelerine katkısı olacaktır. Ama bir yönüyle “benim dediğim!” falan diyorsa, işte yukarıdaki gulyabanilere bağlı, o “önyargılar”a bağlı, “şartlanmışlıklar”a bağlı, “egoizm”e, “egosantrizm”e, “narsizm”e bağlı, “dediğim dedik” düşüncesine bağlı ve “taklid”e bağlı… Bunların içine siz bir yönüyle “iç beğeni” diyebileceğiniz “ucb”u ve kendini büyük görme diyebileceğimiz “kibr”i ilave edebilirsiniz. İmana girmeye mâni ise bu mel’un vasıflar, zannediyorum, “sâlim düşünme”nin, “sâlim hissetme”nin, “sâlim mülahaza”ların, “sâlim terkip ve tahliller”in önünü kesen, onlara ulaşma mevzuunda köprüleri yıkan faktörler de bunlardır. Temkinli olmak lazım bu mevzuda…

  Başkalarının Düşüncelerine Saygı ve Fikir Alışverişi

İnsan, kendi düşüncesine güvenir ve onu öne çıkarırsa şayet, “İlle de benim dediğim!” derse, kendi sızıntısı içinde bocalar durur ve etrafındaki çağlayanlara karşı kapılarını kapatır. Oysaki onun için “damlayı derya yapma” mümkündü. O kendi dar görüşünü, öbürlerinden alacağı-vereceği şeylerle, te’âtilerle öyle çoğaltabilirdi ki, bir umman haline getirebilirdi. Fakat her şeyi “kendi darlığı”na mahkum ettiğinden dolayı, o derin hazinelerden istifade edemez, hafizanallah!..

Buna bağlı olarak, insanın başkalarının düşüncelerine saygılı olması, -evet o tabirle ifade edilebilir- “düşünme immün sistemi”ni güçlendiren bir faktördür. “Düşünme immün sistemi.” Evet, her şeyin bir immün sistemi vardır: İnsanın anatomisinin, fizyolojik yapısının bir immün sistemi var. Aynı zamanda değişik bela ve musibetlere karşı immün sistemi diyebileceğimiz “iman, tevekkül, teslim, tefviz, sika” gibi dinamikler de bir yönüyle “immün sistemi”dir. O olumsuz şeyleri, negatif şeyleri kıracak, tadil edecek, yumuşatacak faktörlerdir bunlar. “İhsan şuuru”nu da buna dâhil edebilirsiniz: “Allah’ı görüyor gibi olma!”; oturuşunda, kalkışında, kıpırdanışında, hareketlerinde, konuşmalarında, ses tonunda, O’nu (celle celâluhu) görüyor ve O’nun (celle celâluhu) huzurunda bulunuyor gibi olma. Böyle bir mülahaza, zamanla, O’nun tarafından görülme düşüncesinden O’nu görüyor olma ufkuna -Allah’ın izni ve inayetiyle- insanı yükseltebilir; bir “mi’râc” olabilir, bir “asansör” olabilir. “Mi’rac” kelimesi daha uygun, çünkü ucu semâlar veya semalar ötesi nâmütenâhiye dayanan bir merdiven gibi görüyoruz onu.

Bu açıdan da her düşünceye karşı saygılı olmak, esastır. Bu da ele alacağımız meselelerde, hususiyle Hizmet’e ve umumun hukukuna taalluk eden meselelerde, “kolektif şuur”a müracaat etmeyi gerektirir. Kendi düşüncelerimizden daha çok “makul” bulduğumuz başkalarının düşüncelerine saygılı olma.. onları bir yönüyle bize verilmiş karşılıksız bir sermaye gibi kullanma.. düşüncemizi, onların verdiği o şeylerle derinleştirme… O fikrin sahibi fersah fersah yabancı da olabilir; bir Einstein olabilir, bir Edison olabilir, bir Bergson olabilir, bir Kant olabilir, bir Dekart olabilir, Eflatun olabilir… Bunların bütün düşüncelerini “kaldır at!” kategorisiyle ele alamazsınız; içlerinde çok önemli mülahazalar vardır. Ama sizin de onları tartacak, eleyecek değerlendirecek, kıstastan geçirecek, kalibre edebilecek “temel disiplinler”iniz var; onları o temel disiplinlerle eledikten sonra, alınacak çok şey vardır.

  Damlayı Derya Yapmanın Yolu

Antrparantez; dünyanın dört bir yanına açılırken, ille de sadece “vereceğimiz şeyleri verme” değil, herkesten “alacağımız şeyleri de alma” mülahazası vardır. Bizim gibi aynı kaynaktan beslenen insanlar, o kaynaktan beslenmek suretiyle çok farklı neticelere ulaşmışlardır; işte onları elde edersiniz. Siz ulaşamamışsınızdır; “ortam”, o fırsatı vermemiştir size; kültür ortamınız, “muhit”, o fırsatı vermemiştir; “zaman”, sizin için elverişli olmamıştır, onlar için elverişli olmuştur. Siz, sizde hiçbir zaman ulaşamayacağınız bir şeye, Mısır’da ulaşabilirsiniz; Suriye’de ulaşabilirsiniz, Horasan’da ulaşabilirsiniz, Buhara’da, Semerkant’ta, Taşkent’te ulaşabilirsiniz… Aynı kaynaktan beslenmiş olmalarına rağmen, orada farklı farklı ürünler elde etmişlerdir. Farklı ağaçlar gibi, farklı canlılar gibi, farklı meyveler gibi… Bizde Hindistan cevizi olmuyor, Hindistan’da oluyor. Hurma, belli yerlerde oluyor; götürün Korucuk’a hurma ağacı dikin, bitmez orada, kurutursunuz. Bu açıdan, dünyanın her yerine vereceğimiz şeyler de vardır, alacağımız şeyler de vardır.

“Akl-ı selim” ile, “kalb-i selim” ile, “ruh-u selim” ile meseleleri mütalaaya müzakereye alarak, çok ciddi bir “tezekkür” ve “tedebbür” ile meseleyi ele alarak, başkalarından alacağımız şeylerle, Allah’ın izni ve inayetiyle, kendi düşüncemize öyle blokajlar oluştururuz ki, onunla Allah’ın izniyle cihanları fethederiz. Cihanları fethedenler, bir dönemler, tâ Endülüslere kadar gidenler ve sekiz asır orada sizin bayrağınızı, ruh-u revân-ı Muhammedî’yi şehbal gibi dalgalandıranlar, onunla dalgalandırdılar. Sizin atalarınız -ki iki-üç asrı bunun, gıll u gış’sız, gayet duru, pürüzsüz ve ârızasızdır- Osmanlılar, Allah’ın izni ve inayetiyle, almaları gerekli olan şeyleri aldılar, verecekleri şeyleri de verdiler; çok yeni yeni terkiplere tahlillere ulaştılar. Dolayısıyla, bir “muvazene unsuru” olarak kaldılar, insanlığa çok şey öğrettiler ve insanlardan aldıkları çok şeyler de oldu. Bugün de aynı şey, bütünüyle söz konusudur; damlayı derya yapmak istiyorsanız şayet, meselenin yolu odur; öbür türlüsü “egoizm”e takılma, “ucb”e takılma, “kibr”e takılma, “fahr”e takılma, “kör taklid”e takılma, “dediğim dedik!” yanlış mülahazalarına takılmadır. Bütün bu takılmalarda insan, yürüdüğü yolda takılır kalır, mesafe alamaz, hafizanallah!..

  İslam dünyasında ve hususiyle Türkiye’de “düşünce”, uyku halinde veya bitkisel hayatta!..

Siz, Kıtmir’e iştirak etmeyebilirsiniz; iştirak etmeme mülahazalarınızı da söylemekte serbestsiniz; şimdi böyle görüşmekten, konuşmaktan, tanışmaktan bahsederken, ille de bir tanesinin düşünceleri kat’iyen sizi bağlayıcı olmamalı. Ama bir şey diyeceğim de, ondan dolayı bunları berâat-i istihlal veya mukaddime mahiyetinde söylüyorum: Kanaat-i âcizaneme göre, ferdî bir kısım çıkışlar istisna edilecek olursa, günümüzde İslam dünyasında ve hususiyle Türkiye’de, “düşünme” büyük ölçüde uyku hayatı içinde veya nebâtî hayat içinde. Evet, emekleyip duruyor da denebilir. “Bütüncül bir nazarla bakış” yok.. “başkalarının düşüncesine saygı” yok… Zaten “egoizm”in, “egosantrizm”in, “narsizm”in hükümfermâ olduğu bir yerde serbest düşünceye karşı saygı olamaz. Öyle olmayınca da düşünce, doğurgan olamaz; onunla yeni düşünce ufuklarına ulaşamazsınız. Kaldığınız yerde debelenir durursunuz sadece. Hususiyle her şeyi siyasî mülahazaya bağlamış iseniz, sadece “ikbal” mülahazası varsa kafanızda, “istikbal” mülahazası varsa, “saltanat ve debdebe” mülahazası varsa, “bugünü ve yarını düşünme” varsa, öbür günlerle alakalı hiçbir mülahazanız yoksa şayet, olduğunuz yerde debelenir durursunuz da, “yürüdüm!” zannedersiniz. Hikâyelerin başında var ya: “Az gitti, uz gitti, dere-tepe düz gitti, geriye döndü baktı ki, ancak bir çuvaldız boyu yol almış!”

Âlem-i İslam’ın şu andaki perişan resmine baktığınız zaman, zannediyorum, sizin de dillendireceğiniz şey bu… Neredeyse dilimin ucuna kadar geldi, öbürlerinin mülahazasıyla.. Aklı başında birinin mırıldanacağı şey budur: “Az gittiler, uz gittiler, dere-tepe düz gittiler, geriye döndü baktılar, bir çuvaldız boyu yol almamışlar!” Bir çuvaldız boyu yol alınamamış.. Misal îrâd etmeye gerek yok; kırk senedir -varsa- kafalarını çalıştırıyorlar ama kendi ülkeleri içinde bir problemi halledememiş insanlar bunlar. Zannediyorum aileleri içindeki problemleri halledecekleri mantığa, muhakemeye, tefekküre, tedebbüre, tezekküre bile sahip değiller. Zannediyorum, aileleri içinde de sürekli problem yaşıyorlardır “Dünyayı idare ediyoruz!” diyen o zavallı sergerdanlar; bir ailelerini bile idare edemiyorlardır, aileleri içinde de kavga vardır. Amma, bir şey onları bir araya getiriyor, bir şey aynı şeyi mırıldanmalarına sâik oluyordur; o da “sun’î bir düşman cephesi oluşturmaları.” Oturup kalkınca hep onları birer mesâvî kaynağı olarak görüp onlardan bahsettiklerinden dolayı, bu “şeytanî mülahaza fasl-ı müştereki”nde bir araya geliyorlar. “Şeytanî mülahaza fasl-ı müşterek”inde bir araya geliyorlar amma İslam dünyasında, hususiyle Kapadokya’da, düşünce hayatı, tedebbür-tezekkür hayatı, terkip-tahlil (sentez-analiz) hayatı uykuda. Yeniden onun, tıpkı bir civcivin yumurtanın kabuğunu kırıp çıkması gibi, o daracık hayat şartlarından farklı hayat şartlarına çıkması için, engin bir tefekküre ihtiyaç var.

Derin bir “tefekkür”le, bir “tezekkür”le, içinde bulunduğumuz o kabuğu kırarak, yeni bir hayata yürüme mecburiyetindeyiz. Bu da bir araya geldiğimiz zaman, birbirimizi rehabilite etmemize vâbeste. Beynimizde ne kadar hücre var? Evet, bilim adamlarının saydığına göre 10 milyar. Beyindeki bu 10 milyar hücre, harekete geçmek için “tedebbür” ve “tefekkür” adına bir “tenbih” bekliyor. Allah onları oraya koyduğuna göre, o kadar asker orada bulunduğuna göre, bence onunla çok şeyi fethedebilirsiniz. Ama zannediyorum onlar da uykuda. Evet, çalıştırılmadıklarından ve zorlanmadıklarından dolayı uykudalar. Nasıl? Bana öyle geliyor ki, çok yemekten, çok içmekten, çok uyumaktan ve okumamaktan dolayı uykuda.

  Düşünceyi Kanatlandıran Bir Vesile: Müzakere

Hususiyle günümüzde -antrparantez diyeyim- okumayı, “ferdî kitap okuma”ya bağlamamak lazım; esas “müzakere ederek okuma” olmalı. Evet, antrparantez içinde bir tane daha antrparantez: Tirmizi’nin Süneni’ni, bahsetmiştim size, bir haftada okudum. Müslim-i şerif’i de, bana refakat eden arkadaşlar var burada, 20 günde okumuştuk. Fakat bir haftalık Tirmizi’den aklımda kalan şey, bir haftalık; 20 günlük Müslim’den kalan şey de 20 günlük olur. Ama, şayet onu, arkadaşlarla bir araya gelip müzakere ederseniz.. ve “Başkaları bu mevzuda ne diyor, şârihler ne diyor?” derseniz, oradaki o hâdiseler ve o hadislerle dillendirilen vak’alar, din-i mübin-i İslam’ın özünü-esasını anlama adına, bir yönüyle hayatın felsefesini anlama adına, Siyer’in felsefesini anlama adına size öyle şeyler ilham eder ki, Allah’ın izni ve inayetiyle…

Bu açıdan, bir kitabı eline alıp münferit okuma, evet bir şeydir; hani o da yok bugün. Ben o sizin başınıza musallat olan, karga gibi gelip tepenize konan ve orada kartal kesilen, sonra da orada sizin beyninizle oynayan, sizi de kendilerine benzeten kimseler bir tane kitap okumamışlardır. Bir dönemde kariyer yapmış olsalar bile, dün başkadır, evvelki gün başkadır, bugün başkadır. Her gün okuma, her gün okuma, her gün okuma… Ama Kıtmir’e göre bugün okuma müzakereli olmalıdır.

Münferiden, kitabı eline alıp okuma, bir şey ise de, her şey değildir. Onu üç-beş arkadaş yan yana gelerek, Hazreti Pîr-i Mugân’ın ortaya koyduğu ölçü içinde okumak lazımdır. Bir evde beş-on insanın bir araya gelerek ve müzakere ederek Nur’ları okuması gibi… Müzakere edilerek okunacak o kadar çok kitap var ki, onlar, bizi düşünce ufkunda çok sürpriz âlemlerde gezdirir; âdetâ -o tabiri son günlerde çok kullanıyorum- بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍGöz görmemiş, kulak işitmemiş, aklınıza gelmemiş çok farklı ufuklar!”da gezdirir, çok farklı şeyleri temaşa imkânı verir. Öyle meşherlerde sizi dolaştırır ki, sadece yanlarından geçip gitmeniz bile, size çok şey bulaştırır. Öyle bir insibağla münsebiğ olursunuz ki öyle bir atmosfer içine girip çıkınca; ufkunuz birden bire derinleşir, meselelere derince bakarsınız. Siyasilerin baktıkları gibi bakıp her şeyi kendi darlığınıza mahkum etmezsiniz; deryayı damlaya feda etmezsiniz..

Evet, tekrar ediyorum: Beyinde 10 milyar hücre var; bu hücreler, bir insanî tenbihle, ahsen-i takvime mazhariyet tenbihiyle, Allah’a muhatab olma tenbihiyle uyarılmaya muhtaç. Günümüzde böyle bir tenbihe şiddetli ihtiyaç var. Derince düşünmek, mahrutî düşünmek, bütüncül bir nazara ulaşmak için bugün böyle bir mütalaaya ihtiyaç var. Kur’an-ı Kerim çent yerde meseleyi getirip buna bağlamıyor mu?!. Aklıma gelen ayet-i kerimeyi diyeyim:

  “Bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere yazıklar olsun!..”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu ayeti okuduğu zaman ağlıyor; “Bunu okuyup da ağlamayanlara, çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere yazıklar olsun!..” diyor: إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.” (Âl-i İmran, 3/190) الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/191)

Evet, o sâlih ve halis kullar tefekkür ediyorlar. Düşünüp tefekkür edince ne diyorlar? رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ O terkiplerle, o tahlillerle, o bilinen küçük şeylerden, o sezilen küçük şeylerden, o belli olan küçük şeyden bilinmeyen, sezilmeyen, belli olmayan daha büyük şeylere nüfuzla رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً Allahım, Sen bunları boş yaratmamışsın! Bunlarla bir şey ifade ediyorsun Sen! Ve Senin Kur’an’ın da bu bir şey ifade eden şeyleri okuyor bize. Dolayısıyla da bizim susup onu dinlememiz lazım. Ona kulak vermemiz lazım. Onu bir “mercek”, onu bir “projektör”, onu bir “dürbün”, onu bir “rasathane” olarak kullanarak, tekvinî emirleri hallaç etmemiz lazım. Bize düşen şey de budur. رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın azabından kurtulmanın yolu da, O’nu bilinmesi gerekli şekilde bilmek. سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ O taklit, Usuluddin ulemasının ifade ettiği gibi “yeterli mi, değil mi?” Fakat çoklarının o tahkik ufkuna ulaşamaması mülahazasına binaen, orada bir yönüyle tercihte bulunarak, “Taklidî iman makbuldür!” demişler. Bu, bir yönüyle, bizim gibi avam insanları kurtarmaya matuf, o Usuluddin ulemasının, re’fet ve şefkatin tesiriyle yaptıkları bir tercih ve bir içtihattır. İnşaallah hata etmemişlerdir. Ama asıl mesele: Taklit, bir şey ise, tahkike bir merdiven olması, bir basamak olması itibariyle bir şeydir. O sizi tahkike taşıyorsa, Allah’ın izni ve inayetiyle, bir kıymeti vardır; yoksa olduğunuz yerde emekleyip duruyorsanız, takılıp yollarda kalıyorsanız, – biraz evvelki mülahazalara bağlayın- çuvaldız boyu yol almayla meseleyi noktalıyorsanız şayet, aslında siz bir adım bile atmamışsınız demektir Hak ve hakikat yolunda. رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّار

Yine Kur’an-ı Kerim, فَانْظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي الأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا “Şimdi, Allah’ın rahmetinin eserlerine bak ki, öldükten sonra yeri nasıl diriltiyor!” (Rûm, 30/50) gibi beyanlarıyla da tefekkür çağrısında bulunuyor. “Bakın, Allah, ölmüş zemini nasıl yeniden diriltiyor?!” Hazret-i Pîr ifade etmiyor mu bütün bunları? Haşir Risalesi’nde ifade ediyor;, aynı zamanda Otuzuncu Söz’de ifade ediyor, Otuz birinci Söz’de ifade ediyor… Baharlar, haşr u neşr’in bir delilidir esasen; otun, ağacın kuruduktan sonra yeniden bitmesi, o canlıların var olması, bir “haşr-i baharî”dir. Allah o haşr-i baharîleri üst üste, defaatle size göstermek suretiyle, bir de “ba’s-u ba’de’l-mevt” olabileceğini gösteriyor. İşte o zaman mesele gidiyor yine, فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ beyanına varıyor.. Siz, ona bütün benliğinizle inanır, onu içtenleştirirseniz, Allah’ın izni ve inayetiyle, “teemmül”ünüz, “tedebbür”ünüz, “tezekkür”ünüz, “tefekkür”ünüz sizin için bir şey ifade etmiş olur. Yoksa bundan mahrum fikirlere, düşüncenin falsosu nazarıyla bakılabilir. Bir kısım felsefecilerin yaptıkları gibi, şayet ortaya konulan düşünceler dinin temel disiplinleriyle test edilmemiş ise, onlar “düşüncenin falsosu”ndan başka bir şey değildir; Naturalizm de odur, Materyalizm de odur, Pozitivizm de odur, Deizm de odur, Ateizm de odur, durağanlık da odur.. odur…

  Hepsi Allah’tan.. Hepsi Allah’tan!..

Cenâb-ı Hak, verdiği nimetleri, “tedebbür”le, “tefekkür”le, “tezekkür”le, “teşekkür”le artırsın!.. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Şurası bir gerçek ki, eğer şükrederseniz nimetimi hiç şüphesiz artırırım; ama eğer nankörlük edecek olursanız, bu takdirde azabım kesinlikle çok çetindir.” (İbrahîm, 14/7) Gâfilâne bakanlar, “Ben yaptım!” diyebilirler; ârifâne bakanlara gelince, onların vird-i zebânı, “Yapan O’dur! Yapan, O’dur!..” قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “(Ey Rasûlüm,) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisâ, 4/78)

Hatırlarsanız, yağmur-kar duasına çıktıktan sonra, basiretli bir arkadaşınız “Niye hiç durmadan كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ diyorsunuz?” demişti. O gün Kıtmir de o duaya iştirak etmişti. İhtimal, hâlis arkadaşların duası, arş-ı rahmete ulaşmıştı ve sonra şakır şakır kar yağmaya başlamıştı. Nefsimden emin olmadığımdan, “Ben de bulundum bunların içinde!” düşüncesi aklıma geldi mi gelmedi mi, bilmiyorum fakat o kadar çok كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan, hepsi Allah’tan, hepsi Allah’tan!..” demiştim ki, merak edip bir kardeşimiz sordu: “Hocam, niye böyle diyorsunuz?!” Niye demeyeceğim ki!.. كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ

Siz dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde 1400 okul açmayı kendinizden mi biliyorsunuz? O insanların kalblerinin o mevzuda heyecana gelmesi.. bir yönüyle varlıklarının anahtarlarını sizin elinize vermeleri.. fakir talebeye burs vermeleri.. binalar yapmaları.. dünyanın dört bir yanına açılmaları… Bunları kendi dehanıza mı veriyorsunuz, firasetinize mi veriyorsunuz?!. O (celle celâluhu), kalbleri öyle heyecana getirmeseydi, uyarmasaydı, tenbih etmeseydi, “Misyonunuz bu!” demeseydi sessizce, siz miskinler, tembeller gibi yerinizde otururdunuz, tembellerin hususiyeti olan dedikoduya kendinizi salardınız, başkalarını karalamak suretiyle kendinizi teselli etmeye çalışırdınız. Ki bunlar, bozuk psikolojinin hırıltıları; “bozuk psikoloji hırıltıları”dır.. Biraz ince, kibarca oldu ama size saygımın gereği o tabiri kullandım, yoksa “muktezâ-yı zâhire mutâbık” olan, o durumu başka kelimelerle ifade etmek idi; benimki “muktezâ-yı hâle mutabık” oldu.

Evet… Ey Muğnî, iğnâ eden Sensin; Sana kurban olayım!.. Sen o gınâ düşüncesini bize vermeseydim ve bizi iğnâ etmeseydin, o îsâr ruhunu ruhlarımıza, arkadaşlarımızın ruhlarına Sen ifâza buyurmasaydın, bu olanların onda biri olmazdı, hatta yüzde biri olmazdı. Bütün güç ve kuvvetleriyle çalıştıkları halde, onda birini yapamayanların durumları, buna şâhittir. Şâhit mi istiyorsunuz? Yalancıların şehâdeti bu mevzuda, şehâdet-i sâdıkadır.