501. Nağme: Yeryüzü Cennetinin Bahtiyar Fertleri

501. Nağme: Yeryüzü Cennetinin Bahtiyar Fertleri

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Yuvalar da yıkılmaya yüz tuttu!..

*Allah, bize istikamet-i tâmme ihsan eylesin. Bir anlamda o istikameti elde etme, elde ettikten sonra da onu koruma ortamını yitirdik. O blokaj ayağımızın altından kaydı ya da kırıldı veya şiddetli kırılma ihtimali taşıyor. Biz de onun karşısında endişeleniyoruz; bütün bütün kırılmasın, dağılmasın, çözülmesin, ayağımızın altından kayıp gitmesin. Fakat esas bizi biz yapan hususları çoktan kaybettik.

*Bu cümleden olarak, çok mükemmel bir yuvamız vardı bizim; anne-baba, anne-baba olmanın yanı başında aynı zamanda birer mürebbi-mürebbiye idiler.

*Heyhat, bir yönüyle o yuva, yıkıldı; o sokak, tarumar oldu. O medrese, ruhunu kaybetti; kalbî ve ruhî hayattan uzaklaştı, kitapların satırları arasında kendini teselli edecek şeyler aramaya durdu.

*İsterseniz yuvaya bir molekül nazarıyla bakabilirsiniz; aileleri, cemiyet heyet-i umumiyesini teşkil eden moleküller olarak görebilirsiniz. Ya da mikro âleme inerek, yuvaya atom nazarıyla bakabilirsiniz; anne-babayı onun nötron ve protonu olarak, o cazibeye kapılıp onların etrafında pervane gibi dönen elektronları da kız erkek evlat gibi görebilirsiniz.

*Bu bir iddia olmasın fakat epey zamandır, 20-30 senedir, “ricâl” (hadis-i şerifleri nakleden ve râvî diye anılan zatlar hakkında, hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını belirlemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derleme, koruma ve değerlendirme ilmi) ile meşgul oluyoruz. Görebildiğim kadarıyla, iki veya üç tane insan eşinden ya ayrılmıştır ya da ayrılmamıştır. Dövme, öldürme, eşini sokağın ortasında vurma, kadınları şikâyet eder hale getirme, Batı’da cereyan ettiği üzere reaksiyon olarak bir Feminizm mülahazasının doğmasına sebebiyet verme… Bunlar o günün insanının kâbusları içinde bile görülmeyen şeylerdi.

Aile, toplumun yapı taşıdır; sağlam toplum ancak sağlam yuva ile mümkün olur.

*Selef-i salihînin teşkil ettiği yuvada fertlerin birbirlerine sağlam irtibatları vardı. O sağlam irtibat ve yuvadaki rasanet topluma aksediyordu.

*Eşine olan sevgi ve hürmetinin yanında onun şehadeti karşısında metanet gösteren, “Rasûlullah’a benden selam söyle!..” deyip şehadet şerbetini önce kendisinin içememiş oluşuna kederlenen ve eşinin okunu kılıcını alıp onun kaldığı yerden vazifeye devam eden Hazreti Havle… Babasını, eşini, çocuklarını ölesiye sevmekle beraber onları mukaddesat uğrunda mücahedeye göndermekten de geri durmayan, sonra elinden geldiğince müminlere yardımcı olmak gayesiyle kendisi de harb meydanına koşan, bir aralık yaralı oğlunun kolunu sarıp onun sırtına vurarak “Git oğlum, yerine dön; Rasûlullah’ın önünde savaş, ona zarar gelmesin!” diyen Hazreti Nesibe… Uhud’da “Rasûllullah (aleyhissalâtü vesselam) vefat etti!” sözünü duyunca kılıcını çekip ileriye atlayan ve “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz?” diyen Sa’d bin Rebî’ gibi insanlardan oluşan bir yuva ve toplum mutlaka aynı ruh enginliğinin boyasını alacaktı/almıştı.

*Şimdi bu insanların molekül teşkil ettiği o küçük yapıyı ve sonra da bu moleküllerden meydana gelen heyet-i umumiyeyi düşünün. Düşüncelerini ne üzerinde yoğunlaştırmışlar? Onlar, bütün duygu ve düşüncelerini Allah ve Rasûlü’nde teksif etmişler. Onların yetiştirdiği nesiller de sâlih daireler, doğurgan döngüler türünden hep hayırlı olmuş. Hayırdan hayır doğmuş, hayırdan hayır doğmuş ve hayırlı nesiller, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açmasını temin etmişler.

*İzdivaç meselesinde baştan basiretli davranmalı. Zıtlaşma kaçınılmaz olan kimselerle yuva kurma doğru olmasa gerek. Şayet ezkaza böyle bir şey olmuşsa, rehabilitelerle o yuvadaki herkesin aynı duyguya ve aynı dünya görüşüne ulaşmaları sağlanmalı. Umumî iş ve hizmetlerin yanında aile fertlerinin aynı hayat felsefesini paylaşmaları adına ortaya konacak gayretlerle sabah akşam taçlandırılmalı.

“Allah’a isyan” söz konusu ise, anne baba da olsa kula itaat edilmez.

*Mü’min çok dengeli olmalı. O her zaman neye karşı, ne kadar alaka duyması gerektiğinin muhasebesini yapmalı. Tabii ki, Allah’a kulluğu, Rasûl-ü Ekrem’e ümmet oluşu ve dine hizmet etmeyi değerler hanesinin başına koymalı ama mesela anne-babasının hukukunu da mutlaka gözetmeli.

*Hazreti Sa’d bin Ebî Vakkas, daha hayattayken Cennet’le müjdelenmiş sahabe arasındadır. O, İslam’a bütün kalbiyle inanmış, emirlerine canla başla sarılmıştı. Ne var ki onun Müslümanlığı, namazı, Efendimiz’e bağlılığı ve O’nun sevgisini her şeyden üstün tutması, annesini çok rahatsız etmişti. Annesi, oğlunun dininden vazgeçmesini istemiş, onu ikna edebilmek için adeta çırpınmış; nihayet putlar adına yemin ederek, “Sa’d, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben ne bir şey yerim, ne de içerim!” demişti. Gerçekten birkaç gün yememiş içmemiş, öylece beklemişti. Hazreti Sa’d, annesine çok bağlıydı; ona karşı saygıda kusur etmezdi. Zaten annesi de bunu bildiği için böyle bir yola başvurmuştu. Fakat Hazreti Sa’d’ın nihaî sözü şöyle olmuştu: “Anacığım, seni çok severim, üzülmeni hiç istemem. Fakat vallahi anne, iyi bil ki, yüz tane canın olsa, birer birer çıksa, ben yine dinimden dönmem! Artık sen bilirsin. İster ye, ister yeme!..”

*Bu hadise üzerine, “Allah’a isyan” söz konusu olunca anne baba da olsa kula itaat edilmeyeceğini açıklayan Ankebût Sûresi’nin 8. âyet-i kerimesi nazil olmuştu: “(İyi bir mü’min olabilmenin gerekleri içinde) insana anne babasına iyi ve içten davranmasını emrettik. Eğer, Ben’den başkasının ilâh olamayacağı konusundaki kesin bilgine zıt olarak bâtılı taklitle herhangi bir şeyi Bana ortak tanıman için seni zorlayacak olurlarsa, bu hususta onlara itaat etme. Neticede dönüşünüz Banadır ve Ben, bütün yaptıklarınızın ne manaya gelip ne sonuç verdiğini size gösterecek ve onlardan dolayı sizi hesaba çekeceğim.”

Gaye-i hayale yürekten bağlılık ama anne babaya da azami saygı…

*Hakiki müminin çizgisi: O bir taraftan gönülden bağlanması gerekli olana (Allah’a, Rasûlullah’a, dine hizmete) yürekten bağlanır, fakat bir taraftan da tâlî derecede saygılı olması gereken anne-babaya -henüz inanmamış olsalar da- saygıda kusur etmez. Mus’ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri de bu konuda hüsn-ü misaldir. Anne babası onu, Rasûl-i Ekrem’e tâbi olduğundan dolayı hapsetmiş ve Müslümanlarla buluşup görüşmesini engellemişlerdi. İslâm’dan uzaklaşması için çeşitli maddî ve psikolojik müeyyideler uygulamışlar, türlü baskılar yapmışlar; bütün malını elinden alarak onu tam bir yoksulluğa itmişler, hatta sonunda zincire vurmuşlardı. Fakat o büyük sahabi, zincirlerden ne zaman azıcık kurtulsa, soluğu Allah Rasûlü’nün yanında almıştı.

*Mus’ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. Ebediyetlere yürürken de hayatına denk bir mahviyet duygusu içinde ve yüzü toprağa bulanmış vaziyette göçüp gitmişti. Bir rivayete göre, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mus’ab’ının bu hâlini şöyle dile getirir: “Hazreti Mus’ab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana herhangi bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. Şimdi elleri ve kolları budandığı için ‘Ya, Rasûlullah’a bir şey olursa?’ diye hicabından yüzünü saklamaktadır.”

*Rasûlullah’ı bir gölge gibi takip eden, O’nun bütün sözlerini tespit etme gayretiyle yanıp tutuşan mümtaz sahabî Hazreti Ebû Hüreyre de anne ile imtihan olanlardan. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) annesinin hidayete ermesi için çok gayret gösteriyor, ona hep hürmetle muamele ediyor ve sürekli duada bulunuyordu ama annesi İslam’a yanaşmadığı gibi başta Efendimiz olmak üzere Müslümanlara kötü sözler etmekten de geri durmuyordu. Uzun zaman bu hal devam etmiş; Ebû Hüreyre hazretleri dininin gereklerini yerine getirdiği gibi annesine karşı da hep hürmet ve şefkat sergilemişti. Yine bir gün annesine gitmiş ve ondan kederini şiddetlendiren sözler işitmişti Hele Allah Rasûlü hakkında duyduğu hakaretler karşısında iki büklüm olmuştu. Bir yanda ölesiye sevdiği İnsanlığın İftihar Tablosu, diğer tarafta ise varlık vesilesi annesi vardı. O, tarafını çoktan seçmiş, kendisini Allah Rasûlü’nün huzur dolu meclisine atmıştı ama gözyaşlarına da hâkim olamamıştı. “Yâ Rasûlallah, annemi İslam’a davet ediyorum ama bir türlü yanaşmıyor. Üstelik size karşı ağıza alınmayacak sözler sarf ediyor! Ne olur annemin hidayeti için dua buyurunuz!” demişti. Hazreti Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü’nün duasının kabul olacağına öyle inanıyordu ki, o mübarek dudaklardan dua sözcükleri duyulur duyulmaz, koşup evine varmıştı. Bakmıştı ki, içeriden su şakırtıları geliyor. Biraz sonra içeri girince annesinin gusletmiş olduğunu ve şehadet getirdiğini görmüştü.

Kendimi hiç affetmiyorum!..

*Hizmet mülahazası ve hicret düşüncesi çok önemli olsa da, anne-babayı ihmal etmeye sebebiyet vermemelidir. Hizmet erleri engin bir şefkatle bütün insanlığın saadeti adına diyar diyar dolaşırken, kendi anne-babalarını, aile fertlerini ve akrabalarını da unutmamalıdırlar. Belki iki vazifenin de hakkını beraberce verebilecekleri hizmet zeminleri ve imkânları oluşturmaya çalışmalıdırlar.

*Manisa’ya tayin olduğum günlerde Erzurum’a gidip sıla-yı rahimde bulunmuş, anne-babamın ellerini öpmüş ve birkaç gün yanlarında kaldıktan sonra yeni yerime gitmek için onlardan izin istirham etmiştim. “Müsaade ederseniz gidip vazifeye başlayayım.” deyince, babam “Önümüzdeki Perşembe’ye kadar gitmesen, yanımda kalsan!” dedi. Ben karşılık vermedim, sadece boynumu büktüm ve gitmemin daha hayırlı olacağını ima ettim. Babam, derince düşüncelere daldı, biraz bekledi, sonra gözleri yaşlı, ellerini omuzuma koydu, “Git” dedi, “Burada bir çift göz, orada ise binlerce göz bekliyor, git!” Bir programa yetişme gayretiyle ellerini öpüp ayrıldım ve İzmir’e döndüm. Bir hafta sonra, Ramazan ayının bir Perşembe gecesi babamın vefat ettiğini öğrendim. Son anlarında onun yanında bulanamayışıma çok üzüldüm. Hele onun keramet gösterircesine dile getirdiği “Rüyamda yedi kabir gördüm, yedincisi benimdi. Bir hafta sonra gitsen!” teklifini hemen kabul etmeyişim, içimde sürekli kanayan bir yara olarak kaldı. O, yaptığım işin doğruluğuna ve bereketine inansa da, benden razı olarak “git” dese de, ben başka bir çözüm yolu bulmalı ve arzusunu yerine getirmeli değil miydim? O bir civanmertlik yapmışsa, bu fedakârlığı ona aittir ve onun fazilet hanesine yazılır; fakat acaba ben başka bir formül bulamaz mıydım? İşte, bu endişeden dolayı hâlâ çok ciddi bir sorumluluk hissiyle iki büklüm olduğumu ve kendimi hiç affetmediğimi söyleyebilirim.

*Hâsılı, Allah sevgisi, Peygamber muhabbeti ve dine hizmet gayreti esas olduğu gibi, üzerimizde hukuku bulunan insanların haklarına milimi milimine riayet etmek de bizim için bir zarurettir.