Sabır, İman, Marifet ve Muhabbet

Sabır, İman, Marifet ve Muhabbet

Sesli dinlemek icin   >>>  TIKLAYINIZ   <<<

Fethullah Gülen Hocaefendi, Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Bize düşün de sabr-ı cemildir!..

Hazreti Yâkub (aleyhisselam), فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!” (Yusuf, 12/18) sözüyle kapıyı aralıyor; “Sabır!” diyor. Evet, dediği oluyor. Allah (celle celâluhu), arzu ve isteklerinin çok ötesinde eltâf-ı Sübhâniye ile sevindiriyor onu.

Evet, her zaman, Hakk’a müteveccih insanlar, değişik şeylere maruz kalmışlardır; fakat sabredenler, kurtuluşa ermişlerdir, her defasında. Hz. Âdem’den Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’ya, diğer peygamberân-ı ızâma ve sonra Enbiyâ-ı Izâmın Sultanı’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar hep aynı şeyler söz konusu olmuştur. Allah’ın izni-inayeti ile…

Ne var ki bazen işin âkıbetini kestiremediğimizden dolayı, hâdisenin şoku çok meşgul ediyor, eder, etmiştir. Kendini bilmeyenler, Allah’a karşı şikâyet tavrına girmişlerdir. Haddini bilmeyenler, kâmet-i kıymetini bilmeyenler, bir şeymişler gibi, kalkıp Allah’a karşı iddiada bulunurlar. Böylece dünyayı kaybettikleri gibi âhireti de kaybederler.

Akıllı insanlar, âhireti kazanmışlık mülahazasıyla, “Nasıl olsa neticede kazanılması gerekli olan şeyi kazandık! Onun berisinde her şeyi kaybetsek, ne önemi olur ki?!.” derler. İşte, hakikatin ifadesi, budur. Yoksa Hz. Pîr’in de ifade buyurduğu gibi, “Dünya lezzetleri, zehirli bala benzer, lezzeti nispetinde elemi de vardır”; acısı, insanı yiyip bitirmesi vardır, hafizanallah.

Kendi sabrınız, sabırdaki ikdâmınız, (ondaki kararlılığınız) açısından mülahazalarınızı kalibrasyona tâbi tutup ona göre hüküm vermeniz lazım? “Ne olursa olsun!..” Sâhib’inin (celle celâluhu) her şeyden haberdar olduğunu düşünerek… “Ben ne diye kendimi müdafaa etme gibi küçük işlere kalkışacağım. Benim her hâlimi bilen, Allah’ım var.” Büyük zatların, عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي dedikleri gibi, “O’nun (celle celâluhu) ilmi, beni, bir kısım şeyler istemekten alıkoyuyor!” Çoğul yaparak, عِلْمُكَ بِأَحْوَالِنَا يُغْنِينَا عَنْ سُؤَالِنَا diyoruz burada.

   Sen bilin, Allah’ım!..

Hatta deyip edeceğimiz şeylerin çoğunu, böyle bir mülahaza ile kafiyelendirmeyince, zannediyorum, Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık yapıyoruz. Ne diyorsanız deyiniz, mutlaka meseleyi getirip “Allah’ım, Sen zaten biliyorsun. Bunları benim söylemem, hani söylememeyi Kendine karşı Sen, küstahlık, terbiyesizlik saydığından dolayı!..” “Dua etmeyen bir insana Allah gazaplanır.” deniyor hadis-i şerifte: مَنْ لَمْ يَسْأَلِ اللَّهَ يَغْضَبْ عَلَيْهِ Tam bunun zıddı da, سَلْ تُعْطَى، سَلْ تُعْطَى “İste! İstediğin mutlaka verilecek.” buyuruluyor. Bu açıdan, meseleleri evirip çevirip hep getirip o “Kudret-i Nâmütenâhî”ye (celle celâluhu) dayandırmak, O’na emanet etmek lazım.

Çok defa Kıtmîr, bir insan olarak, aczimi, fakrımı, zaafımı ifade sadedinde, hakikaten sükûtu tercih ediyorum. Böyle Anadolu’da bazı kimselerin kullandığı ağızla, “Sen bilin!” diyorum. Bazı yerlerde kullanırlar bu tabiri “Sen bilirsin!” yerinde, “Sen bilin!”. Şöyle düşünüyorsun: “Ee ben, Sen’in bildiğin şeyi ne diye dillendireyim burada Sana karşı? İsraf-ı kelâm olmaz mı Sana karşı? Söz Sahibi, Sen’sin. Bu türlü şeyler, Sen’de nasıl dillendiriliyor, onları bilmiyorum, ezbere konuşuyorum ben bu mevzuda. Sana karşı saygısızlık ediyorum!” Onun için bazen sükûtu tercih ediyorsun. Başını sallıyorsun, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” diyorsun. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ “Hakiki güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır; olup biten her şey, ancak O’nun izni ve iradesi dahilinde gerçekleşir.” قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ فَمَالِ هَؤُلاَءِ الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا “Hepsi Allah’tandır, de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” (Nisâ, 4/78) Kur’an-ı Kerim, anlayışsız, acele güft ü gû eden insanları ta’n u teşnî sadedinde böyle buyuruyor. O duruma düşmemek için, temkinli olmak lazım.

Problemi halledecek şey, acı ânda da, tatlı ânda da hep doğrunun, hakkın/hakikatin tercümanı olmaktır, onu dillendirmektir esasen. Bugün olmasa yarın, o insafsız insanlara da bunlar aynı zamanda bir ders olacaktır; “Yahu işin doğrusu böyle demekmiş!” falan, diyecekler onlar da. Bunun için israf-ı kelâma gitmeden, düşmeden, oturup kalktığımız her yerde Cenâb-ı Hakk nasıl istiyorsa, öyle düşünmek, öyle konuşmak, hâl ve tavrımızı o şekilde ortaya koymak gerekiyor.

   Fil Hadisesi, Kureyş Suresi ve Salgın’da Bazı Vazifelerimiz

İşi getirelim şimdi salgına… Cenâb-ı Hak bir belâ verdi insanlığa, topyekûn. Bir yerde yapılan aşırı zulümden mi, yoksa dünyanın değişik yerlerinde birbirine yakın yapılan zulümlerden dolayı mı, umumî bir belâ, bir “Duhân”, bir “Tayr-ı Ebâbîl” geldi, insanlığın başına musallat oldu. Virüs attı veyahut da taş attı, çakıl taşı attı, kırdı-geçirdi onları. Belli bir dönem için esasen emniyet adına Allah yaptı onu; Kâbe’sini yıktırmadı, emniyet adına yaptı.

Antrparantez, bakın, ondan sonra güven atmosferi oldu. Nitekim “Elemtera”den (Fil Suresi) sonra “Li-îlâfî” (Kureyş Suresi) geliyor. Esasen Habeşler oradan koptular. Belki -İranlıların tesiri deniyor- onlar da o gün İranlıların tesirindeydi, Perslerin tesirindeydiler. O güzergâh bir yönüyle emîn hâle geldi. لإِيلاَفِ قُرَيْشٍ * إِيلاَفِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ * فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ * الَّذِي أَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَآمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ “Kureyş’in emniyetini sağladığı, yaz ve kış yolculuğunda onları ısındırıp yakınlaştırdığı için onlar, bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler. Ki O (Allah) kendilerini açlıktan (kurtarıp) doyuran ve her çeşit korkudan güvenliğe kavuşturandır.” (Kureyş Suresi) Onlar, Ebâbil kuşları ile kırılıp geçirildiğinden dolayı, esasen o yol, bir güven yolu haline geldi. Onun için kışın bir tarafa, yazın da bir tarafa gelip-gidiyorlardı. Bikâ’î Tefsiri zaviyesinden, sureler arasındaki münasebetler içinde meseleye bakacak olursanız, böyle. Böyle bir şey oldu o zaman…

Şimdi dünyanın her yerine, böyle çok yerinde işlenen, irtikâp edilen zulüm, mesâvî, me’âsî, mûbikât, mühlikât -bu son iki tabir İmam Gazzâlî’ye ait- dolayısıyla, Cenab-ı Hak, Ebâbil kuşu mu, yoksa virüs mü saçtı? Yoksa bir yerde bir havuz içinde ürüyordu da “Çıkın artık siz meydana, yürüyün! Bu insanlar, yeryüzünde doğru-dürüst, huzur içinde yaşama hakkını kaybettiler! Cezalandırın bunları!” mı dendi?!. Allah’ın emriyle oldu!..

Ee bize düşen şey, bizim günahlarımızdan dolayı olmuş ise, oturup kendi günahlarımıza istiğfar etmektir. Hem de -böyle- bir kere “Estağfirullah!” demekle değil, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ، مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ، وَمِنْ كُلِّ خَطَإٍ، وَمِنْ كُلِّ مَعْصِيَةٍ، وَمِنْ كُلِّ مَا لاَ يُحِبُّ رَبُّنَا وَلاَ يَرْضَى * أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ، مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ أَذْنَبْتُهُ عَمْدًا أَوْ سَهْوًا، سِرًّا أَوْ عَلاَنِيَةً، لَيْلاً أَوْ نَهَارًا، قَدِيمًا أَوْ حَدِيثًا Bütün günah ihtimallerini nazar-ı itibara alarak, olmuş-olmamış, “Allah’ım, ben hepsinden istiğfar ediyorum. Hem de bin defa, yüz bin defa, milyon defa ediyorum. İsterseniz بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا diyebilirsiniz. “Zât-ı Ulûhiyetin ilmiyle salât u selamlar!” demişler de bunu dememişler: “Cenab-ı Hakk’ın ilmi ve malumâtı adedince estağfirullah!” diyorum. Selef dememişler; ben de çekiniyorum o mevzuda böyle demeye ama yani ille de denecekse, belki nâmütenâhî rakamlarla söylemek lazım; بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا onu, pekâlâ ifade ediyor. Evet, demeliyiz…

İkincisi de bu belâların def u ref’i için umumî dua… “Ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umûmîyi cezbeder.” Hazreti Üstad buyuruyor. Evet, el ele, omuz omuza vererek, aynı zamanda dil birliği, ifade birliği içinde Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek, “Allah’ım! Bu belâ ve musibetleri sav üzerimizden. Bize ibâdet u tâat aşkını, neşesini tekrar lütfeyle. Sana teveccüh-i tâm içinde teveccüh edelim!”

İnşaallah, şimdi onu yapıyoruz. Onu yapıyorduk değil mi? el-Kulûbu’d-Dâria, burada elden geldiğince okunuyor; iki günde bir bitiriliyordu o kitap. Kur’an-ı Kerim’in ikisi kadar vardır, bitiriliyordu. Daha önce de zaten daha kalabalıklar içinde dağıtılarak, belki bir günde de bitiriliyordu ama iki günde de bitiriliyor böyle. Daha başka şeyleri de okuyabilirsiniz. Mesela ben öyle arkadaşlar biliyorum ki -birisi onun aleyhinde konuşmuştu, önemli değil- salât-ı tefriciyeyi, dört bin dört yüz kırk dört defa taksim etmişler aralarında, her gün okuyorlar. İştirâk-i a’mâl-i uhreviye… Evet, dolayısıyla bunların hepsi bir günde okunmuş gibi oluyor ve herkesin defter-i hasenâtına dört bin dört yüz kırk dört defa geçiyor. Ee kimisi Nasr Suresi’ni okuyor; kimisi Fetih Sûresi’ni okuyor, belli bir miktarda Fetih Sûresi’ni okuyor; kimisi belli salât u selâmları okuyor, normal اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ de olduğu gibi… İbn Beşîş’in (veya İbn Meşîş, ikisi de söylüyorlar) salât ü selamı çok hoşuna gider benim, o salat u selam çok câmî, çok içten. Belki içtenliği esasen onun Zât-ı Ulûhiyet karşısındaki kemâl-i taziminden; onun saygısı, öyle ruhlarda büyük tesir icrâ ediyor. İlle okurken, onu okumayı düşünürüm şahsen. Zâten çok rahat ezberlenecek bir şey, ezberler, okur insan onu, Allah’ın izni-inayeti ile. Evet, bunun gibi hep belâlara karşı böyle bir sera oluşturma, onların içimize nüfuz etmesine meydan vermeme…

   Dua ederken bütün insanlık için yakarmalı!..

Bir de böyle umumî bir tavır sergilerken, aynı zamanda kendimizi başkalarından ayrı görme, başkalarından ayrı koruma mülahazasına girme değil!.. Yekün icabında insanlık!.. “Allah’ım, bunları cezalandıracaksan, Sen cezalandır; ee dünyada bunların cezalandırılmasına tahammül edemiyoruz!”. Kaht (kıtlık) olduğu zaman, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı zamanda onlar için bile dua etmedi mi?!. Kuraklık oldu esasen, insanlar âh u vâh ediyorlardı; aynı şey bir de Hz. Ömer efendimiz devrinde yaşandı. Onun o münacatına bakılınca, bir-iki cümle içinde hemen ona işaret vardır, Münâcaatı içinde… O dönemde Efendimiz yine insanlık için dua etti orada. Bunun gibi biz de Hint’ten Yemen’e, nerede bu türlü bela ve musibete maruz kalan insan var ise, “Allah’ım, hepsi için…” demeliyiz.

Fakat bazıları, bizim için daha önemlidir; “ehl-i iman” bunlar. Hele kendilerini Kur’an’a adamışlardır; bunlar, hizmet için gitmişler, dünya adına hiçbir şey elde etmemişler, dünyanın değişik yerlerinde. Bunların bir tanesinin vefat etmesi, öbür tarafa gitmesi, kıyametin kopması gibi bir şeydir. Evet, bunu ifade eder bir hadis-i şerif de var. Böyle bir hakiki mü’minin öbür tarafa göç etmesi, ruhunun ufkuna yürümesi mevzuu, bence bütün insanlığın ölümü gibi bir şeydir. Bu açıdan da onlar için hususî bir teveccüh, hususî bir dua, el açma, yalvarma, içini Allah’a dökme; böyle bir hususiyet mâzur görülebilir değil de arzu edilen bir şeydir, olması lazım gelen bir şeydir.

Ama bunun dışında bütün insanlık için, ister hidayetleri adına, “Allah’ım, hidayet eyle Allah’ım! Seni bilmeme talihsizliğinden kurtar onları. Seni bilme talihliliğine irşad buyur onları!” dersiniz. “İsterseniz bu belaları, musibetleri def’ eyle!” dersiniz. Sonra onlara da öğreteceksiniz esasen dua etmelerini… “Gelin Allah’a yalvarın! Ne türlü bir tarz-ı telakkiniz var ise, ona kimse bir şey demiyor, Allah’a yalvarın, beraber yalvaralım; Cenâb-ı Hak, bu bela ve musibeti def’ u ref’ eylesin!” falan dersiniz. Genel ahlak da, bu…

   İmanını marifetle bezemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen de formalitelerin ağında kıvranmaktan halâs bulamaz.

“İmanını marifet ile bezemeyen bir insan, yol yorgunluğundan kurtulamaz veya sürekli yol yorgunluğu yaşar” diyorsunuz. İbadet ü tâat, Allah’a kulluk, insanlarda yorgunluk yapabilecek şey değildir. Fakat ne zaman değildir? İnsan, imanını “marifet” ile bezemiş ise. Marifet, “Kalbin Zümrüt Tepeleri”ndeki çerçevesi ile ele aldığınız zaman, Allah’ı bilme” demektir ki herkes onu istiyor. “İrfan” kelimesi ile ifade ediliyor, “Ârif” kelimesi ile ifade ediliyor, sonra müktesebat olarak “Mâruf” kelimesi ile ifade ediliyor. Değişik ifadeler ile hep aynı nokta vurgulanıyor. Zât-ı Ulûhiyet hakkında tam, sağlam bir bilgiye sahip olma… Tâbir-i diğerle, esasen, Allah hakkındaki bilgisini içtenleştirme… Tâbir-i diğerle, hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme… Bu son tarif, belki en câmî olanı, Üstadımıza ait bir ifade. Evet, “hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme” deniyor, buna.

Efendim, riyâzî kat’iyetle, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde Allah var; evsâf-ı Sübhaniyesi ile var, Esmâ-i Hüsnâsıyla var, İsm-i Âzâmı ile var, Azameti ile var, Kibriyası ile var, Rububiyeti ile vâr, Şuûnatıyla var, -İmam Rabbani hazretlerinin yeni bir şey ilave etmesi ile- İ’tibârâtı ile var. Bunlar, Zât-ı Ulûhiyet ile ilgili hakikatler. Ama o meselenin mesuliyeti bir miktar da bize râcî. İslamiyeti doğru-dürüst temsil edemediğimizden dolayı, örnek Müslümanlık olmadı; onlar da (muhataplarımız da) inanmadılar. Evet, bize ait kusur da söz konusu…

Devr-i Risâletpenâhi’de, atın-katırın sırtında… Eğer bugünün teknolojik imkânları, muhabere, muvâsala imkânları olsaydı, bugün yeryüzünde tek inanmamış insan kalmayacaktı. Evet, öyle bir şey… Neden? O işin dertlisi insanlar… “Benim derdim bu: Rabbimi anlatmak. İnandığım, sevdiğim, âşık olduğum o Zât u Ecell u A’lâ’yı anlatıp sevdirmek.” حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ، يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ emrine uyarak, O’nu mahlûkata sevdirmek ki, Allah da (celle celâluhu) bizi sevsin. Bu mülahaza… Cenâb-ı Hak, kalblerimizi öyle eylesin inşaallah u teâlâ.

Marifet diyoruz. İşte böyle bir marifet ile insan, şayet imanını bezememiş ise, yol yorgunluğu yaşayabilir. Namaz kılarken, hakikaten yorulur. Birini sordum da ben, “Ara sıra kaçırıyor” falan dediler. Evet, ara sıra kaçırma ne demek? Ben, öyle insan biliyorum ki, teheccüdü kılamadığından dolayı, ağlayarak sabah kaza ediyor onu. Kaldı ki hani bunlar, bir yönüyle ihtiyarî şeyler ki sizler de kılarsınız bunu. Yatsı namazının vitr-i vâcibini geceye bırakırsanız, zannediyorum, vitr-i vâcib, davul tokmağı gibi sizi kaldırır, siz de o zaman, bir zurna gibi, teheccüdü dillendirmeye çalışırsınız.

Fakat riyazî kat’iyetin üstünde, esas Zât-ı Ulûhiyet bilgisi… Evet, görüyorsunuz o el-Kulubu’d-Dâria’da: “Delâilden (delillerden) bahsetmek, Seni delâil ile tanımak… O da ne demek?!” Senin delâil dediğin şeyler, Senin yarattığın şeyler… Yarattığın şeyler… Sen yaratmışsın onları. Ee onlar yok olduğu dönemde, Sen yok muydun?! Hâşâ ve kellâ! Yüz bin defa hâşâ…” Evet, delâil sadece kör adama asâ gibi bir şeydir; kör adama asâ… Bir şeye takılmasın, düşmesin, sendelemesin diye; onunla şuraya dokunarak, buraya dokunarak yolunu alsın diye. Bunun gibidir delâil.

Delâilin ifadesinin çok üstünde bir kat’iyet ile Allah’a inanma… “Marifet” dersiniz ona. Ona aynı zamanda “Yakîn” demişler, “İlme’l-yakîn” demişler, “Ayne’l-yakîn” demişler, ondan sonra da “Hakka’l-yakîn”. Bazıları, İmam Rabbânî gibi kimseler, “Dünyada müyesserdir!” demişler, bazıları da “Müyesser değil gibi!” demişler, dünyada insana müyesser değil. Fakat isterken biz de onu isteyelim: اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ Böyle… Evet, marifet o ölçüde olunca, insanın nazarı da ona göre olur. Nazar… Nazar ve niyet, çok önemlidir. Hazreti Üstad, onun da üzerinde duruyor.

   Mevcudiyetlerini başkalarının yok olmasına bağlamış kimseler, iki de bir “Falan öldü!” şayiası çıkarıyorlar; “El elden üzülmüş yâr elden gitmiş / Humekâ-yı zamân nanay oynarlar!”

Bir de sık sık “Öldü!” şayiası çıkarıyorlar. Bunu söylemeye gerek var mı? İnanmayın, yalan!.. O idi, ne diyorlardı? Ben ölmüşüm de, bilmem neyimi (Hologram), yapmış arkadaşlar! Öyle bir şey yapmışlar, bir iskelet, o konuşuyormuş. Zannediyorum mevcudiyetlerini, yürüdükleri yolda güvenlerini, emniyetlerini başkalarının yok olmasına bağlamış, humekâ-i zaman bunlar. “Humekâ-yı zaman nanay oynarlar!”

Diyor ya, Alvarlı Efe Hazretleri: “El elden üzülmüş yâr elden gitmiş / Humekâ-yı zamân nanay oynarlar // Kurb-i kıyâmetdir târih de bitmiş / Humekâ-yı zamân nanay oynarlar.” Her şeyleri bitmiş, onunla teselli oluyorlar, humekâ-yı zaman… Akıllarını sadece dünyada kalmaya, yaşamaya kaptırmış, hayatını zırhlı arabalarla, tuhaf tuhaf uçaklarla sürdüren kimseler, bu türlü ciddî şeyleri, -”derin” demiyorum, çünkü herkesin anlayabileceği şeyler- düşünmeye fırsat bulamadıklarından dolayı, ahmaklıkları ile kalıyorlar; ahmaklıklarıyla… Kur’an-ı Kerim’de, çok yerde, belki yüzlerce yerde, “tefekkür”, “tedebbür”, “akıl” hep nazara veriliyor. Oysaki burada mesele, olup-biten mesele, Hizmet meselesi…

Evet, bir yönüyle, hani “devlet, millet” falan diyorlar; “Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten.” Vezin bozulmuyor, iki tane kapalı hece. “Hizmet” diyeceksiniz. “Hakir düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten!” Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma; yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten. Varsın desinler onlar; o mevzuda onu öyle görmeye çalışsınlar. Cevher… “Kazara bir sapan taşı bir altın kâseye değse / Ne taşın kıymeti artar, ne kıymetten düşer kâse.” diyor büyükler. Söylemişler her şeyi…

Ama sadece yeryüzünde kalma mücadelesi verdiklerinden, bütün kalbî, ruhî, dimağî faaliyetlerini ona teksif ettiklerinden dolayı, sizin için öyle çok basit görünen meseleleri bile kavramada zorlanıyorlar onlar.

   Gâfir Suresi ve Mümin-i Âl-i Firavun’da da Hizmet gönüllüleri için büyük ibretler var!..

Fakat sizin yapacağınız şeyler, pozitif olsun, müspet olsun. Üstadımızın buyurduğu gibi, “Müsbet hareket etmek lazım!” Pozitif hareket, günümüzün imkân ve vesileleri ile… Evet, onlar öyle dediler… Tabii orada üslup mevzuunda belki istişare ederek, Şimdi bunlara nasıl yaklaşalım! Neyi diyelim, ne ile diyelim?”

Bugün yine aklıma geldi, namazda okudum; Mü’min/Gâfir Sûresi’ni okudum da… O zâtın, Mü’min-i Âl-i Firavun’un söze nasıl başladığı, nasıl geliştirdiği, nasıl devam ettiği, nasıl sonunu bağladığı…

Hani orada diyor: وَيَا قَوْمِ مَا لِي أَدْعُوكُمْ إِلَى النَّجَاةِ وَتَدْعُونَنِي إِلَى النَّارِ – تَدْعُونَنِي لأَكْفُرَ بِاللهِ وَأُشْرِكَ بِهِ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَأَنَا أَدْعُوكُمْ إِلَى الْعَزِيزِ الْغَفَّارِ “Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz! Siz bana Allah’ı inkâr etmem, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım şeyleri O’na ortak koşmam için çağrıda bulunuyorsunuz; ben ise sizi izzet sahibi, çok bağışlayıcı olan Allah’a davet ediyorum.” (Gâfir, 40/41-41) Önce orada kapalı, dikkatleri çekiyor, insanca; çok, çok akıllıca bir şey. Hatta diyorum ki ben, arkadaşlarımız bizim, başkalarına bir şey anlatmak için onu alsın ve kendilerine rehber yapsınlar. Efendim, neye, nasıl başlamak lazım? Sonra ne ile noktalamak lazım? فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللهِ إِنَّ اللهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ “Size söylediklerimi yakında hatırlayıp anlayacaksınız. Ben hal ve işimi Allah’a havale ediyorum; kuşkusuz Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (Gâfir, 40/41-44) Büyükler hep böyle. Habîb-i Neccâr hazretleri de öyle diyor; malum Yâsîn Sûresi’nin ikinci sayfasının son ayetleri; öyle bitiriyor o da.

Evet, bunun gibi, o üslup mevzuunda da esasen istişare ederek, buna uygun bir şey ile söylemek, bir daha söylemek, bir daha söylemek… Onun için Hazreti Ebu Bekir efendimiz de o kıvamda olduğundan, Mü’min-i Âl-i Firavun’un vazifesini yapıyordu, öyleydi. O filmlerdekine, dizilerdekine bakmayın! Hazreti Ebu Bekir, insanlık adına -esasen- “cins” bir insandır. Hazreti Ömer de öyle… Onları sevmek, onlara saygı duymak, onların kıymet-i harbiyelerini kabul etmek, dindendir. Din…

   Tahiyyât’taki selamlaşmanın manasını duymaya çalışın; bir de teheccüdü kaçırmayın!..

Bazı şeyleri söylemek doğru değil ama ben bu kadarını söylemekte beis görmüyorum: Bazen Tahiyyâtı okurken, Zât-ı Ulûhiyet’in, Efendimiz’e اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ demesini düşününce, sanki benim nazarımda o esnada gökler ihtizaza geliyor; Melâike-i kiram ve ruhânîlerin kalbleri tir tir titremeye başlıyor. Hani siz meseleyi bu mülahazaya bağlayınca, sizde de öyle bir titreme oluyor. Bakıyorsunuz bütün arz u sema, O’nun için selam duruyor.

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’a karşı tâzimâtını ifade edişini, اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ el-Hüccetü’z-Zehra’da Üstadımızın onu izah şekliyle, o derinlik içinde ele almak lazım. اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ Orada da aynı ihtizâzâtı duyuyor gibi olma… Bu, sizde de aynı şeyleri meydana getirecek. Aynı zamanda öyle bir karşılıklı selamlaşma, mukabil selam alma… Bu, bence bizde de ciddî bir saygı duygusu oluşturur. Bütün kâinatı alakadar eden bir şey, ümmete emanet edilecek bir şey oluşuyor. اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ Bunlar… Bunun gibi, insanı hafife almamak lazım. İnsanlığının idrakinde, insanlığının anlayışında olan insanlar, bu türlü şeyleri söyledikleri zaman, ellerine bir manivela verseniz, küre-i arzın yörüngesini değiştirirler.

Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim, çok yerde işaret ediyor; bazı insanlar, bela ve musibet geldiği zaman, öyle bir hassaslaşıyor, öyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyorlar ki!.. Fakat sahile çıktıklarında kendilerini salıveriyorlar.

Öyle olmaması lazım!.. O deryada dalgalara maruz kaldığınız zaman, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh-i tâm ile teveccüh ettiğiniz gibi, aynı zamanda sahile çıktığınız zaman da yine Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeniz lazım.

Teheccüdü kaçırmayın!.. Gecenin sülüs-i âhirinde… O da akla geliyor; hep o, kalkıyorsun, bir kunût okuyorsun orada, namaz kılıyorsun. Aklına geliyor: “Yâ Rabbi! Sülüs-i âhir… Sen, öyle buyurmuştun, teveccüh edecektin!..” Sülüs-i âhir; yani, son üçte bir.

“Ey tâlib-i feyz-i Hudâ / Gel halkaya, gir halkaya! // Ey âşık-ı nûr-i Hudâ / Gel halkaya, gir halkaya!” Halka… اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ، أَبَدًا دَائِمًا

   Sohbetin Öncesi ve Sonrasından Bazı Kareler…

Sohbetin sonundaki klipte muhterem Hocaefendi’nin okuduğu yazı; “Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar“ kitabından, “Kehf, 18/13-14” ile ilgili bölümün sonu:

Evet, insanın bazı ledünnî hitaplara mazhar olabilmesi, ilhamlarla şahlanabilmesi ve semavî vâridâta açık hâle gelebilmesi için bir mağara dönemine ihtiyacı vardır.

Meselenin böyle önemli mesaj yönü alındıktan sonra, Kitap ve Sünnet-i sahihada söz konusu edilmeyen hususlara dalarak رَجْمًا بِالْغَيْبِ vadilerinde dolaşmak; Ashâb-ı Kehf’e mağara tayin etmek, bölge belirlemek, onları ve kavimlerini tazyik eden zalim hükümdarların isminden söz etmek nefse çerez birer bilgi kırıntısından ibarettir ve ruha, iman, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî adına bir şey vermemektedir.

رَبَّنَا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أمْرِنَا رَشَداً وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَبَداً